Kitabın 10. bölümünün özeti:
“Beş yıl önce garip bir zihinsel durum başladı bende: sanki nasıl yaşayacağımı, ne yapacağımı bilmiyormuşum gibi şaşkınlık ve tıkanma anları yaşadım… Bu hayat tıkanmaları kendini hep aynı soruyla sundu bana: neden? ve ne için? … Bu sorular gittikçe artan bir ısrarla yanıt istediler ve tek tek noktalar gibi gruplaşarak kara bir leke halini aldılar.”
Tolstoy’un İtiraflar'ında dile getirdiği bu anlam krizini pek çok kere tecrübe etmişizdir:
Hayatımın anlamı nedir? Neden yaşıyoruz? Nasıl buraya geldik? Ne için yaşıyoruz? Sonunda öleceksek, yaptığımız herhangi bir şeyin anlamı var mı?
Tolstoy sorgulamaya, para kazanıp çocuklarına miras kalacak servete sahip olmayla ve sonrasında yazarlık kariyeriyle devam eder:
“Peki diyelim ki Gogol, Puşkin, Shakespeare, Moliere’den -dünyadaki tüm yazarlardan- daha ünlü oldum, sonra ne olacak? Buna bir yanıt veremem. Böyle sorular hemen yanıt ister; bir yanıt olmaksızın insan yaşayamaz. Ama yanıt, bir yanıt olmadığıdır.”
Anlamı kaybetmesiyle Tolstoy, işlevsiz hale gelmiştir:
“Üzerinde durduğum zeminin parçalandığını, üzerinde duracağım bir şey kalmadığını, umrunda yaşadığım şeyin bir hiç olduğunu, yaşamak için bir nedenim kalmadığını hissettim… Gerçek şu ki, hayat anlamsız. Hayatın her günü, her adımı beni uçurumun kenarına biraz daha yaklaştırdı ve enkazdan başka hiçbir şey olmadığını gördüm.”
Elli yaşında Tolstoy ölüme çok yaklaşır:
“Hayatımın ellinci yılında beni ölüme çok yaklaştıran soru, gelişmemiş bir çocuktan en zeki bilgeye kadar her insanın ruhunda yatan en basit sorudur: Şu an yaptığım ve yarın yapacağım şeyden ne yarar gelcek? Benim bütün hayatımdan ne yarar gelecek? Neden bir şey istemeliyim? Neden bir şey yapmalıyım? Yine başka bir ifadeyle: Beni bekleyen kaçınılmaz ölümle tahrip olmayacak herhangi bir anlam var mı hayatta?”
Anlam krizi yaşayan başka bir yazar Albert Camus’tur. Sisifos Söyleni’ne şöyle başlar:
“Yalnızca gerçekten ciddi bir tek sorun var: İntihar. Yaşamın yaşanmaya değip değmediğini düşünmek, felsefenin temel sorusunu yanıtlamaktır. Dünyanın üç boyutlu olması, zihnin dokuz ya da on iki kategorisi (Kant’a gönderme) olması gibi sorunlar sonra gelir. Bunların hiç önemi yok. Yanıtlamak gerek önce. Nietzsche'nin de söylediği gibi, bir filozof saygıdeğer olabilmek için özüyle sözü bir olmak zorundaysa, bu durumda yanıtın önemi ortaya çıkar, çünkü yanıt kesin davranışı önceler. Bunlar yürekte kendini gösteren apaçıklıklardır, ama onları zihinde aydınlık kılabilmek için derinleştirmek gerekir.”
Carl Gustav Jung, anlamsızlığın hayatın tamlığını engellediğini ve bu nedenle “hastalığa eşdeğer” olduğunu düşünmekteydi:
“Hayatta anlam yokluğu nevrozların başlangıcında önemli bir rol oynamaktadır. Nevroz anlamını bulamamış olan ruhun acı çekmesi olarak anlaşılmalıdır… Vakalarımın üçte biri klinik anlamda tanımlanabilir herhangi bir nevroz göstermiyorlar, ama hayatlarındaki anlamsızlıktan ve amaçsızlıktan yakınıyorlar.”
Viktor Frankl’a göre, en büyük varoluşsal stres, anlam eksikliğidir.
Salvator Maddi, varoluşsal nevrozu, “anlamsızlık veya kişinin uğraştığı veya yaptığını hayal ettiği şeylerin doğruluğuna, önemine, yararına veya değerine inanma yetersizliği” olarak tanımlamaktadır.
Benjamin Wolman, “Hayatta bir anlam bulamama, insanın yaşamaya, mücadele etmeye, ümit etmeye değecek hiçbir şeyi olmadığı duygusu … hayatta herhangi bir hedef ya da yön bulamama, insanlar yaptıkları işte çok çabalasalar da çok isteyecek bir şeyleri olmaması duygusu”, olarak tanımlamaktadır.
Bu bölümde Yalom, anlamsızlık batağındaki hastalarda denenmiş ve işe yarayan bazı yararlı bilgileri derleyip paylaşarak bir rehber oluşturmak istediğini belirtmiştir.
Terapistlerin ise, hayatın temelinde yer alan, tarih boyunca pek çok düşünürün pençesinden kurtulmayı başaran bu çetin soruyla karşılaştıklarında kaçak cevaplar vermemek için kendilerini bu konuda geliştirmeleri gerektiğini tavsiye etmektedir.
Anlam Problemi
1. “İnsanoğlu anlam arar gibi görünmektedir. Anlam, amaç, değerler veya idealler olmaksızın yaşamak, önemli ölçüde strese yol açmaktadır. İnsanı, hayatını sona erdirme kararına kadar götürebilir. Frankl, toplama kamplarında hiçbir anlam duygusu olmayan insanların yaşamalarının olası olmadığını belirtmiştir. Görünüşe göre hepimizin kesinliğe -bütün çabalarımızı yönelteceğimiz sağlam ideallere ve onlara göre hayatlarımızı yönlendireceğimiz kılavuzlara- gereksinimimiz vardır.”
2. “Ama varoluşçu görüş, kesinlik diye bir şeyin olmadığını, dünyanın rastlantısal olduğunu -yani olan her şeyin başka şekillerde de olabileceği; insanın kendisini, dünyasını ve o dünya içindeki kendi durumunu oluşturduğu; insanların yarattığından başka bir ‘anlamın’ evrende mükemmel bir düzenin varılmadığı, yaşam için hiçbir kılavuz bulunmadığı görüşünü ileri sürmektedir.”
O halde problem temel olarak şudur:
“Bir anlama gereksinimi olan bir varlık, anlamı olmayan evrende nasıl bir anlam bulacaktır?”
Hayatın Anlamı
TANIMLAR
Anlam ve amaç, farklı manalarına gelmelerine rağmen, hayatın anlamı veya amacı, birbirlerinin yerine kullanılmaktadır. Anlam, daha çok bir tutarlılık arayışını belirtirken; amaç, bir yönelmeyi belirtmektedir.
Hayatın anlamı dendiğinde, yaratılışın anlamı ve bireyin varoluşunun anlamı kavramlarını birbirinden ayırmak gerektiğini ifade eder Yalom. Yaratılışın anlamı, yani kozmik anlam, evrenin topyekun bir amaca hizmet ettiğini kastederken; bireysel anlam, yani dünyevi anlam, kişinin tikel varlığının bu parçadaki yerini bildirmektedir. Bu nedenle, kozmik bir anlam duygusuna sahip bireyler, kendi bireysel anlamlarını buradan çıkarmaktadırlar. Diğer yandan kişi, dünyevi bir anlama, kozmik bir anlama sahip olmadan da sahip olabilir.
KOZMİK ANLAM
İbrahimi dinlerde insan, Tanrı’nın planının bir parçasıdır. Ona uygun bir yaşantı ödüllendirilecektir. Peki insan bunu nasıl bilecektir? Tutucu görüş, ilahi buyruğun kitaplar tarafından bildirildiğini ve insanın kitapta yazanı harfi harfine uyguladığı taktirde mükafata ereceğini savunur. Diğerleri insanın yalnızca bir inancının olmasını yeterli görür. İnsan, Tanrı’nın buyurduğunu hiçbir zaman kesin olarak bilemeyeceğinden, ipuçları veya tahminlerle veya insanın Tanrı’nın zihnini bilemeyeceği düşüncesiyle yetindi gerektiğini söylerler. Pascal, “Bir dal, ağacın anlamını bilmeyi ümit edemez.”, demiştir. Viktor Frankl, çocuk felcini bulmak için kobay olarak kullanılan maymunun, çektiği acıların manasını zihinsel yetersizliği nedeniyle hiçbir zaman anlayamayacağını, insanın da yaratılışının anlamını anlayamayacağına örnek olarak vermiştir. Aristoteles’in başlattığı gelenek, Tanrı’nın mükemmel olduğunu ve insanın amacının her şeyde mükemmele ulaşmaya çalışması olduğunu düşünmektedir. 12. yy’da Moses Maimonides, Kafası Karışmışın Kılavuzu’nda mükemmelliğe doğru çabalamanın 4 çeşidini karşılaştırmıştır. 1. yaklaşım olan fiziksel özelliklerin mükemmelliğini geçici olduğu için; 2. yaklaşım olan vücudun mükemmelliğini, insanı hayvandan üstün hale getiremeyeceği için kenarda bırakmıştır. 3. yol olan ahlaki mükemmelliği övmüş fakat insanın kendinden çok diğerlerine hizmet etmesi dolayısıyla eksik bulmuştur. 4. yol olan mantıksal mükemmelliğin ise gerçek insan mükemmelliği olduğunu iddia etmiştir. Bu mükemmellik son hedeftir ve insanın Tanrı’yı anlamasını sağlar.
Jung’da ve Hegel’de, insanın yaratımının mükemmelliği tamamladığı düşüncesi vardır. Hegel, “dünya olmaksızın Tanrı, tanrı değildir. … Tanrı ancak kendisini tanıdığı ve kendilik bilgisi, insanın içindeki kendisinin ve insanın tanrı bilgisinin farkında olduğu sürece tanrıdır,” diye yazmıştır.
Rilke şöyle yazar:
Ben ölürsem ne yapacaksın Tanrı?
Ben senin sürahinim, kırılırsam ne olur?
Ben senin içeceğinim, dökülürsem ne olur?
Ben senin kaftanın ve mesleğinim
Beni kaybedersen anlamını yitirirsin.
Thomas Mann, “İnorganikten hayat üretimiyle nihai olarak hedeflenen şey insandı. Onunla birlikte büyük bir deney başlamıştır, onun başarısızlığı yaratımın başarısızlığıdır. … Öyle olsun ya da olmasın insanın öyleymiş gibi davranması iyi olacaktır.”, demiştir. Chadrin, hayatın “tek ve dev bir organizma” olarak evrimsel yöntemle önceden belirlenen hedefe gittiğini iddia etmiştir. “İnsan başarısının yükseklerine tırmanmaya çalışanların ancak çok küçük bir bölümü zirvenin yakınlarına ulaşsa da birçok tırmanıcının bulunması zorunludur. Yoksa zirveye kimse ulaşamayabilir. Kaybolmuş ya da unutulmuş olanlar tırmanma çabası gösterdikleri sürece boşuna yaşamışlardır.” diyerek, insanlığın kollektif çabasının evrimin gerçekleşmesindeki rolüne dikkat çeker.
DİN DIŞI KİŞİSEL ANLAM
Kozmik Anlamın Yokluğunda Kişisel Anlam: Yaklaşık üç yüz yıl önce, tanrısal anlam, varlığının Kantçı sorgulamadan geçmesinin ardınan bilimsel tutumun saldırılarıyla da iyice zayıflamıştır.
Fakat anlam sistemlerinden, yerine birşey konulmaksızın vazgeçilemez. Belki “Neden yaşıyoruz?” sorusunun yanıtından vazgeçebiliriz ama “Nasıl yaşayacağız?” sorusunu ertelemek kolay değildir. Modern insan, din olmadan anlamı bulma göreviyle karşı karşıyadır.
Absürt bir dünyada yaşamak: Camus ve Sartre.
Camus, insanın anlamı olmayan bir dünyada acınası bir varlık olarak yaşamasını “absürt” olarak isimlendirmiştir. İnsan, ahlaki bir varlık olarak ahlak talep eder ama dünya böyle bir temel sunabilecek değildir.
Öyleyse ne yapacağız? Bir kesinlik yoksa, her şey kayıtsızlığa bağlıdır. Mutlu Ölüm ve Yabancı romanlarında, “benim için farketmez” kayıtsızlığında yaşayan nihilist insanı konu edinmiştir. Yabancı’daki Mersault, hep aynı kayıtsızlık içinde annesinin cenazesine katılır, sevişir, çalışır ve sahilde bir Arab’ı öldürür.
Sisifos Söyleni denemesinde, insanın nihilizme karşı dik duruşla kendi ahlakını yaratması gerektiğini tartışmıştır. “İnsan gururunun büyüklüğüne eşdeğer hiçbir şey yoktur.”.
Veba’da Dr. Rieux, vebanın kurbanlarına her zaman cesaret, canlılık, sevgi veren ve derin bir empati sergileyen yorulmak bilmez bir savaşçıdır.
Özetle Camus, nihilizme karşı; cesaret, gururlu asilik, kardeş dayanışması, sevgi ve din dışı azizlik içeren kişisel bir anlam sistemi üretmiştir.
Sartre’ın hayatın anlamsızlığıyla ilgili görüşü kısa ve serttir: “Bütün varolan şeyler bir neden olmaksızın doğarlar, zayıf bir şekilde yaşamaya devam ederler ve kazayla ölürler. … Doğuşumuz anlamsızdır; ölüşümüz anlamsızdır.”
“İnsan hayatı umutsuzluğun uzak köşesinde başlar.” Amaç, kendini gerçekleştirmeye doğru bir yolculuğa çıkmaktır.
Sartre’ın görüşü, rahatlığa, yerleşik inançlara meydan okuyarak özgürleşmek ve kendi anlamını yaratmaktır.
Peki neden gerçekleştirilmesi gereken anlamlar vardır? Bu soru karşısında Sartre sessizdir. Anlam, ilahi olarak buyurulmamıştır. Anlamı istemek, “anlam bulunmalı” demek tamamen keyfidir. Thomas Mann’ın pragmatik görüşüne uyar gibi görünmektedirler: “Öyle olsun ya da olmasın, insanın öyleymiş gibi davranması iyidir.”
Batıya ait dinsel ve ateist varoluşsal sistemlerin çoğu aynı fikirdedir: “insanın kendini hayatın akışına bırakması iyi ve doğrudur.”
Özgecilik: Dünyayı daha iyi hale getirmek, başkalarına hizmet etmek gibi etkinliklerin hayatın anlamını oluşturduğunu varsayar. Camus’un Dr. Rieux’u ve Sartre’ın Orestes’i kendilerini hizmet yoluna adamış karakterlerdir.
Jung, “Anlam birçok şeyi, belki de herşeyi, dayanılır hale getirir.”, demiştir.
Acı veren ve güçten düşüren bir kemik kanseri türü olan çok katmanlı myeloma geliştirene kadar hep enerjik ve atletik olan Sal, otuz iki yaşında hayatını kaybeder. Hayatının son iki senesinde, teşhis konulduktan sonra kendini birçok genç insana hizmete adayarak, anlamını bulmuştu. Civardaki liseleri gezerek gençlere uyulturucu kullanımının tehlikeleri hakkında rehberlik yapıyordu ve gözle farkedilir şekilde bozulmakta olan bedenini bu görevde güçlü bir örnek olarak kullanıyordu:
“Vücudunuzu nikotin, alkol veya eroinle tahrip etmek mi sitiyorsunuz? Arabaların içinde parçalanmak mı istiyorsunuz? Depresyona girdiğiniz için vücudunuzu Golden Gate’den atmak mı istiyorsunuz? O halde vücudunuzu bana verin! Ona sahip olmama izin verin! Ben onu istiyorum! İstiyorum! Alacağım! Yaşamak istiyorum!”, dediğinde bütün seyirciler titriyordu.
Ellili yaşlarında yumurtalık kanserinden ölen Eva, kanser sürecinde insanların ondan kaçmasıyla yüzleşmek durumunda kalmıştı. “Pekala. Kanserimle baş edemediğinizi anlıyorum. Sizi affediyorum, önemli değil. Böyle hissetmeniz son derece normal.”, şeklindeki gayretiyle insanların bariyerlerini yıkmayı başardı ve yeniden onlara dokunma hazzına erişti.
Diğerleri için, özellikle de insanın çocukları için bir model oluşturmak, onların ölüm korkularını hafifletme ya da yok etmelerine yardım etme fikri hayatı ölüm anına dek anlamla doldurabilir. Onların başlattığı bu girişim, dalga etkisiyle hastanın çevresini misliyle aşabilir.
Vermenin, başkalarına yardımcı olmanın, dünyayı diğerleri için iyi hale getirmenin iyi olduğu inancı, güçlü bir anlam kaynağıdır.
Bir Nedene Adanmak: “Bir insan neyse, kendisine malettiği o neden sayesinde bu hale gelmiştir.”, Karl Jasper’ın sözleri hayatın anlamının başka bir önemli din dışı kaynağını göstermektedir. Will Durant, Hayatın Anlamı Üzerine adlı kitabında görüşünü şöyle ifade etmiştir:
“Bir bütüne katılın, bütün bedeninizle ve zihninizle onun için çalışın. Hayatın anlamı üretmek veya bizlerden daha büyük bir şeye katkıda bulunmak için bize verdiği şansta yatmaktadır. Bu büyük şeyin aile olması gerekmez (bu, doğanın insanların kontrolünde olmayan bilgeliğiyle en basit ruh için bile sağladığı dolaysız ve en geniş yol olsa da); bireyin bütün gizli asaletini gerektiren ve ona ölümüyle parçalanmayacak bir neden veren herhangi bir grup olabilir.”
“hayata bir anlam kazandıracaksa, bireyi kendi içinden çıkarıp yükseltmesi ve daha geniş bir şemanın işbirliği yapan bir parçası haline getirmesi gerektiğidir.”
Eğer bir etkinlik anlam sağlayacaksa, “bireyi kendi içinden çıkarıp yükseltmesi” önemli görünmektedir.
Yaratıcılık: Yeni bir şey, yenilik veya güzellik ve uyumla çınlayan bir şey yaratmak anlamsızlık hissine karşı güçlü bir panzehirdir. Yaratım, “ne için” sorusuna meydan okur. O, kendi varlığının bahanesidir.
Irving Taylor, en büyük kişisel yetersizliklerle ve sosyal kısıtlamalarla çalışan yaratıcı sanatçıların (yalnızca Galileo, Nietzsche, Dostoyevski, Freud, Keats, Bronte Kardeşler, Van Gogh, Kafka, Virginia Woolf’u bir düşünün), öylesine gelişmiş bir kendini yansıtma yetileri vardır ki, insanın varoluşsal durumu ve evrenin kozmik kayıtsızlığına dair hepimizden daha keskin bir görüşe sahiptirler. Sonuç olarak, anlamsızlık krizinden daha şiddetli bir biçimde etkilenmiş ve umutsuzluktan kaynaklanan yırtıcılıkla yaratıcı çalışmalara dalmışlardır. Beethoven açık bir şekilde sanatının kendisini intihardan alıkoyduğunu söylemiştir. Otuz iki yaşında, sağırlığı yüzünden umutsuzluk içindeyken, “beni hayatıma son vermekten alıkoyan çok az şey var. Sanat tek başına beni durdurdu. Yazık, yapmak istediğim şeyleri yapmadan bu dünyayı terk etmek benim için olanaksız görünüyor ve bu nedenle bu sefil hayatı sürdürüyorum.”, demiştir.
Anlama giden yaratıcı yol hiçbir şekilde yalnızca yaratıcı sanatçılarla sınırlı değildir. Bilimsel keşif eylemi en üst sıradaki yaratıcı eylemdir. Bürokrasiye bile yaratıcı bir biçimde yaklaşılabilir.
Yaratıcılığı öldüren çalışma ortamları ve insanı robota çevirmek, ücret ne kadar yüksek olursa olsun her zaman tatminsizlik yaratacaktır.
İnsanın yalnızca kendisi için değil, diğerlerinin hoşnutluğu için de dünyanın şartlarını iyileştirmek, güzelliği keşfetmek için yaratıcı olma arayışı içinde yaratıcılık özgecilikle örtüşür. Yaratıcılık aynı zamanda bir sevgi ilişkisinde de önemli bir rol oynayabilir: diğerinde bir şey hayata getirmek, olgun sevginin ve yaratıcı sürecin de bir işlevidir.
Hedonistik Çözüm: Bu görüşe göre, hayatın amacı yalnızca dolu dolu yaşamak, hayat mucizesine karşı duyulan şaşkınlık hissini korumak, hayatın doğal ritmine kendini bırakmak, en derin olası anlamda haz aramaktır.
Hedonizm esnektir. Uzun vadede hangi eylem daha çok mutluluk getirecekse ona yönelebilir. Bu yönüyle yaratıcılığı, sevgiyi, özgeciliği, bir nedene kendini adamayı kapsayabilir.
Kendini Gerçekleştirme: Bir diğer kişisel anlam kaynağı, insanoğlunun kendini gerçekleştirmek için çabalaması, kendilerini içlerindeki potansiyeli gerçekleştirmeye adamaları gerektiği inancıdır.
Bu Aristoteles’te erekbilimsel nedensellik olarak, Hristiyanlık’ta İsa’nın taklit edilecek örnek gösterilmesi olarak, Sartre’da Orestes’in Tanrı’nın emrini reddedip, kendi potansiyelini gerçekleştirmenin peşinden gitmek olarak, Maslow’da da ihtiyaçlar piramidinin en üstündeki basamak olarak görülür.
Kendini Aşma: Batı düşüncesinde uzun bir gelenek bizi kendini aşmaya yönelik olmayan bir amaca razı olmamamızı öğütler. Buber, “Kendi iyiliğin için değil”, cevabını verir.
“İnsan kendisini unutmak ve kendisini dünyaya kaptırmak için kendisiyle başlar; insan kendisiyle meşgul olmamak için kendisini anlar.”
Buber’in temel noktası, insanoğlunun bireysel ruhların kurtarılmasından çok daha geniş kapsamlı bir anlamı olduğudur.
Frankl da kendini ifadenin çağdaş idealleştirilmesinin, eğer kendi içinde sonlandırılırsa, sıklıkla anlamlı ilişkiyi olanaksız kıldığını düşünmektedir. Sevgi dolu bir ilişkinin temel unsuru özgürce kendini ifade değil, insanın kendi dışına uzanıp diğerinin varlığına ilgi göstermesidir.
Maslow’a göre, kendini gerçekleştiren bireyler kendilerini benliklerini aşan hedeflere adarlar.
Kendini aşma ve hayat döngüsü: Anlam sağlayan bu hayat etkinlikleri hiçbir şekilde karşılıklı olarak kişiye özel değildir; çoğu birey birkaçından anlam çıkarır. Ayrıca, Erik Erikson’ın uzun zaman önce kuramsallaştırdığı gibi (1970’lerdeki yetişkin hayat döngüsüyle ilgili araştırmalarla mükemmel bir şekilde desteklenen bir kuram) bireyin hayat döngüsünün kademeli olarak gelişimi söz konusudur.
Ergenlik ve ilk ve orta yetişkinlik dönemlerinde kişi sabit bir kimlik oluşturmaya, yakın ilişkiler geliştirmeye ve mesleki çabalarında egemenlik duygusu kazanmaya çabalarken inanın ilgisi benlik etrafında toplanırken, kırklı ve ellili yaşlarda insan kendini aşan işlerde anlam bulduğu bir evreye girmiştir.
Başarılı erkekler, kırklı ellili yaşları arasında “kendileri için daha az, çocukları için daha fazla kaygılandıklarını”, bildirmişlerdir:
“Şimdi taşıdığım kaygılar çok daha az ben merkezli. 30-40 yaşları arasında çok fazla talep veya çok az parayla, mesleğimde başarılı olup olamayacağım, vs. ile ilgiliydi. 45’i geçtikten sonra kaygılar daha felsefi, daha uzun dönemli, daha kişisel … insan ilişkilerinin durumu ve özellikle bizim toplumumuz için endişeleniyorum. Öğrendiklerimi elimden geldiğince başkalarına öğretmekle kaygılanıyorum.”
Bir diğeri şöyle diyor: “Arkamda büyük ayak izleri bırakmayı planlamıyorum, ama yeni bir hastane kurmak, okulları desteklemek ve çocuklara şarkı söylemeyi öğretmek için kasabaya taşınma çabalarında daha ısrarlı hale geliyorum.”
Berkeley, California’a Norma Haan ve Jack Block tarafınan yapılan uzun süren bir çalışma, otuz ve kırk yaşındaki bireylerin kendi ergenlikleriyle karşılaştırılmış ve benzeri sonuçlara ulaşmış. Özgecilik ve kendini aşma davranışı zaman içinde artmaktadır. Bireyler kırkbeş yaşındayken, otuz yaşına göre, “daha sempatik, verici, üretken ve güvenilirdi.”
Kadınlarda ise ters bir ilişki gözlenmektedir. Yakın zamanda yapılan feminist araştırmalar önemli bir düzeltme sağlamıştır. Daha önce kendilerini evlilik ve anneliğe adayan orta yaşlı kadınlar, erkek yaşıtlarına göre gerçekleştirecek daha farklı anlamlar aramaktadırlar. Geleneksel olarak kadınlardan kendilerinden önce diğerlerinin gereksinimlerini karşılamaları, kocası ve çocukları aracılığıyla dolaylı olarak yaşamaları ve toplumda hemşire, gönüllü çalışan ve yardım dağıtıcısı olarak doyurucu bir rol oynamaları beklenir. Özgecilik, özgürce seçilmek yerine onlara zorla benimsetilmiştir. Bu nedenle, yaşıtları dünveyi başarılar kazanıp dikkatlerini özgecil düşüncelere çevirmeye hazır oldukları sırada onlar hayatlarında ilk kez birincil olarak diğerleri yerine kendileriyle ilgilidirler.
VIKTOR FRANKL’IN KATKILARI
Frankl, II. Dünya Savaşı’nda Auschwitz dahil olmak üzere 4 toplama kampından sağ olarak çıkan yahudi bir psikiyatrdır. Orada hayata, anlam sayesinde tutunmuş, ümidini kaybedenlerin birer birey yaşama savaşını kaybettiklerini gözlemlemiş ve bu hikayesini İnsanın Anlam Arayışı kitabında anlatmıştır.
Deneyimlerinden yola çıkarak Logoterapi’yi kurmuştur. Logos: “sözcük” veya “anlam” manalarına gelir.
Hayatın anlamını üç kategoriye ayırmıştır. (1) insanın başardığı veya kendi yaratımı bağlamında dünyaya verdikleri; (2) insanın etkileşim ve deneyim bağlamında dünyadan aldıkları; (3) insanın acı çekmeye, değişemez kadere karşı aldığı tutum.
Bu üç anlam sistemi, daha önce değinilen, sırasıyla yaratıcılık, deneysel ve tutuma ait yaklaşımlardır.
Frankl, “Önemli olan şey, etkinliklerinizin yarıçapı değil, çizdiği halkayı ne kadar doldurduğunuzdur.”, der.
Nietzsche’ci bir yaklaşımla, acıda bile anlam bulunabileceğini düşünür. Ve son olarak, acı çekme ve ölümden kaçış umudu yoksa bile, diğerlerine, Tanrı’ya ve kendisine onurla acı çekip ölünebileceğini göstermede bir anlam olabileceğini belirtmektedir.
Anlam Kaybı: Klinik Etkileri
DEĞİŞEN KÜLTÜRÜMÜZ: BÜTÜN ANLAMLAR NEREYE GİTTİ?
Birçok klinisyen fark etmiştir ki, hastalar artan bir hızla hayattaki kayıplarıyla bağlantılı şikayetlerle terapiye gelmektedirler. Neden?
Sanayi öncesinde tarım toplumlarında insanlar, doğayla iç içe toprakla ilgilenerek, büyük bir yaratım gücünün bir parçası hissediyorlardı kendilerini. Yiyecek üretmenin anlamını kim sorgulayabilir ki? İnsanlar, günlük geçimlerini sağlamakla o kadar meşguldüler ki, anlam sorusunu sormaya vakitleri kalmıyordu.
Bugün şehirleşmiş, sanayileşmiş din dışı dünyasının yurttaşı, dinsel temelli kozmik anlam sistemi olmaksızın doğal dünyayla ve hayatın doğal zincirinden kopartılmış olarak dünyayla yüzleşmelidir. Rahatsız edici sorular sormak için çok fazla zamanımız var.
İş ya da ondan geriye kalanlar artık anlam sağlamaz. Olağanüstü derecede verimli bir hayal gücü bile, birçok yaygın modern çalışma şeklini yaratıcı potansiyelle dolduramaz. Örneğin, bir montaj hattı işçisi, yapılan işte yaratıcılığını gösterme şansı olmamakla kalmaz, sistematik olarak kendini fabrikanın makinelerinin düşünmesi gerekmeyen dişlilerinden biri olarak görmeye başlar. Ayrıca çoğu işin özgül bir değeri yoktur. Uçsuz bucaksız, ziyankar bürokratik sistemlerin katip orduları nasıl olur da yaptıkları işleri yapılmaya değer olarak görebilirler ki? Nüfus patlaması ve bunun kitle iletişiminde açıklanması sonucunda insan çocuk sahibi olup büyütmenin birine, hale de gezegen veya insan ırkına faydalı olacağını nasıl düşünebilir?
Varoluşsal Boşluk ve Varoluşsal Nevroz: Frankl, iki anlamsızlık sendromu aşaması tanımlar: varoluşsal boşluk ve varoluşsal nevroz.
Varoluşsal boşluk (veya varoluşsal hayal kırıklığı) yaygın bir olgudur ve can sıkıntısı, duygusuzluk ve boşluk gibi öznel durumlarla nitelendirilirler. Kişi kinik olduğunu hisseder, yön duygusundan yakınır (“pazar nevrozu”).
Eğer hasta, açık anlamsızlık duygularının yanı sıra açık klinik nevrotik semptomlar da geliştiriyorsa Frankl, bu durumdan varoluşsal ya da “noojenik” nevroz olarak söz etmektedir. Psikolojik bir boşluk dehşeti olduğunu varsayar: açık (varoluşsal) bir boşluk olduğuda semptomlar orayı doldurmak için hareket geçer. Çeşitli şekillere bürünebilir: alkolizm, depresyon, saplantı, suçluluk, cinselliğin aşırı artışı, aşırı cesaretlilik.
Noojenik nevrozları sıradan psikonevrozlardan ayıran şey, semptomların engellenmiş anlam isteğinin göstergesi oluşudur.
Mücadelecilik: (aynı zamanda “maceracılık” şeklinde de ifade edilir) dramatik ve önemli nedenleri aramak ve kendini onlara adamak biçimindeki güçlü eğilimle belirlenir. Bu bireyler bir mesele arayan göstericilerdir; neredeyse içeriğine bakmaksızın her nedene sarılırlar.
Mücadelecilik, Salvatore Maddi’nin tarif ettiği şekliyle bir karşıt tepki geliştirmedir; kişi derin bir amaçsızlık duygusuna tepki olarak zorlanmış bir şekilde etkinliklere katılır.
Nihilizm: başkaları tarafından bir anlamı varmış gibi gösterilen etkinlikleri gözden düşürmek için sahip olunan etkin, yaygın eğilimle belirlenir. Nihilistin enerjisi ve davranışı umutsuzluğundan doğar; yıkıcılığı içeren öfkeli bir zevk arayışı içinde olduklarını ifade eder Maddi:
“Sevginin özgecil değil bencil olduğunu, hayırseverliğin suçluluğu telafi etmenin bir yolu olduğunu, çocukların masum değil kötü olduklarını, liderlerin geniş bir hayal gücüyle esinlenen kişiler yerine kendini beğenmiş ve güç delisi insanlar olduklarını ve çalışmanın üretken değil içimizdeki canavarı gizleyen uygarlığın ince kaplaması olduğunu belirtmekte hiç geç kalmazlar.”
Maddi’ye göre nihilizm o kadar yaygındır ki, bir problem olarak kabul edilmez bile; aslında sıklıkla hayata karşı oldukça aydınlatıcı, sofistike bir yaklaşım kılığına bürünür.
Bitkisellik: amaçsızlığın en aşırı derecesidir. Kişi zorlanmış bir şekilde nedenler içinde anlam aramaz; ayrıca başkalarının bulduğu anlamlara öfkeli bir biçimde saldırmaz. Onun yerine, ciddi bir amaçsızlık ve duygusuzluk durumuna girer. Bilişsel bileşeni, hayattaki çabaların herhangi birinin yararına ya da değerine inanmadaki kronik yetersizliktir. Duygusal ton ise, dönemsel depresyonlarla kesilen yaygın bir donukluk ve sıkıntı durumudur. Kişi için hangi etkinliği yaptığı, tabii eğer bir etkinlik yapıyorsa, önemsizdir.
Bitkisel eğilim, çağdaş kültürde yaygındır. Salvatore Maddi, bitkiselliğin, Antonioni’nin filmleri, T.S. Eliot’un Çorak Ülke’si, Edward Albee’nin Hayvanat Bahçesi Hikayesi, Jean Genet’in Balkon’u gibi sanatsal yaratımlara açık biçimde yansıdığını ileri sürmektedir.
Bu tür hastalar, depresyonun verdiği kuşkular ve isteksizlik sebebiyle terapiye gitmek istemeyebilir. Hasta şu tür kaygılar seslendirir: Eğer her şey ölümle sona erecekse neden bütün hayatımız boyunca çalışma zahmetine giriyoruz? Neden hayatımızın yarısını okula giderek geçiriyoruz? Neden evleniyoruz? Neden yoksunluğa katlanıyoruz? Bütün değerler keyfi, bütün amaçlar hayali değil mi?
Eğer durum kontrol edilmeden devam ederse hasta daha derin bir kayıtsızlığa gömülür. Bir münzevi, alkolik veya berduş haline gelerek ya da bunlarla benzer başka bir hayat örüntüsü geliştirerek hayatla bağlantı kurmaktan kaçınır.
Zorlantılı Etkinlik: En yaygın görülen klinik şekillerinden biri, anlam konusunun zehrini akıtıp bitirecek şekilde bireyin enerjisini tüketen delice etkinliktir. Bu örüntü mücadelecilikle ilişkilidir, ama alanı daha geniştir. Yalnızca bazı dramatik toplumsal nedenler değil, herhangi bir zorlayıcı insani etkinliğe öylesine fazla ruhsal enerji yüklenir ki anlamın bir taklidi olarak hizmet eder. James Pike’ın hayatın “yanlış merkezlendirilmesi” dediği bu olgu, genellikle anlam aracı çöktüğünde veya ciddi bir çöküş tehlikesi içinde olduğunda klinisyenin dikkatini çeker.
Çocukluğundan beri, boş zamanlarında bile, babasının iş yerinde çalışarak 30’unda birkaç milyon dolarlık bir servetin sahibi olan Harvey, kendini bir anlam krizinin içinde bulur.
Harvey’i anlam bunalımına sokan olay , hayat amacına başarıyla erken yaşta ulaşmış olmasıydı (kendini aşmaya yönelik olmayan hayat anlamı şemasında her zaman bir tehlike vardır). Bu bunalımı hızlandıran diğer olaylar, bireyi, kendi varoluşsal durumuyla karşı karşıya bırakan ve birçok anlam sisteminin dayanıksız yapısını aydınlatan ölüm veya bazı acil (sınır) deneyimleriyle yüzleşmeyi içerebilir.
Birey, hayatla ilk kez zorlantılı etkinlik olmaksızın yüz yüze gelince hayat ona yavan, renksiz, tatsız ve hepsinin üstünde anlamsız gelir. O zaman terapideki zamanın çoğu, amacın keşfine, kişinin içsel bilgeliğinin hayatının temelinin ne olması gerektiğini söylediğini bulmaya adanır.