6 Şubat 2018 Salı

Varoluşçu Psikoterapi I: Hayat, Ölüm ve Anksiyete

Yalom, varoluşçu psikoterapiyi kısaca, “bireyin varolmasından kaynaklanan endişelere odaklanan dinamik bir terapi yaklaşımı”, olarak tanımlıyor ve onun deneye değil sezgiye dayandığını ifade ediyor.

Varoluşsal terapinin yöneldiği sorunların önemini, onları pek çok terapistin gözlemlediğini aktararak vurguluyor:

“Terapistlerin büyük çoğunluğu, örneğin, insanın fani olmasının verdiği korkunun sık sık büyük bir bakış açısı değişimini kolaylaştırdığını, iyileşen şeyin ilişki olduğunu, hastaların seçimlerle işkence yaşadıklarını, terapistin hastanın harekete geçme “istencini” oluşturması gerektiğini ve hastaların büyük çoğunluğunun hayatlarındaki anlamsızlık yüzünden eziyet çektiklerini fark etmiştir.”

Kitap, 4 temel kaygıya odaklanıyor: ölüm, özgürlük, yalıtım ve anlamsızlık. Varoluşsal problemlerin bu kaygıların yol açtığı çatışmalardan kaynaklandığını savunuyor.

Ölüm: “ölümün kaçınılmazlığının farkında olmayla, varolmaya devam etme arzusu arasındaki gerilim”den çıkan çatışma.

Özgürlük: “zeminsizlikle karşı karşıya kalmamızla, zemin ve yapı için duyduğumuz arzu”nun yarattığı bir gerilimdir.

Varoluşçu yalıtım; insanların birbirine ne kadar yakınlaşsa da aralarında kapatılamaz bir boşluk kalacağından ötürü, insanın hayata yalnız başlayıp ondan yalnız ayrılacağının farkına varması; yani “mutlak yalıtımımızın farkında olmamızla, bağlantı kurma, korunma ve daha büyük bir bütün olma arzumuz arasındaki gerilimdir.”

Anlamsızlık: “Eğer ölmek zorundaysak, eğer kendi dünyamızı oluşturuyorsak, eğer her birimiz aslında kayıtsız bir evrende tek başınaysak, o halde hayatın anlamı nedir? Neden yaşıyoruz? Nasıl yaşayacağız? Eğer bizim için önceden takdir edilmiş bir model yoksa, o halde her birimiz hayattaki kendi anlamımızı bulmalıyız. Fakat kişinin kendi yarattığı anlam, insanın hayatını taşıyacak kadar sağlam olacak mıdır? Bu varoluşçu dinamik çatışma, bir anlamı olmayan evrene fırlatılmış, anlam arayışı içindeki yaratığın ikileminden kaynaklanmaktadır.”

Bu dört kaygının, insanın problemlerinin temelini oluşturduğunu ama genelde insanların başka problemlerle oyalanarak bunlarla yüzleşmekten kaçındığını iddia ediyor. Bunu sadece hastaların değil, terapistlerin de yaptığını ekliyor:

“Bu tür terapistler, varoluşçu konulardan uzak durmanın en iyisi olduğunu düşünürler, çünkü hayatın zalim gerçekleriyle başa çıkmanın iki yolu vardır -kaygılı gerçek ya da inkar- ve ikisi de hoş değildir.”

HAYAT ve ÖLÜM

Bu bölümde ölüm hakkında bir çok büyük düşünürün yazdığını ve birçoğunun ölümü düşünmenin hayatı zenginleştirdiğini düşündüğünü aktarıyor.

“Fakat bu ifade tam olarak ne anlama gelmektedir? Ölüm fikri, insanı nasıl korumaktadır? Ve neye karşı korumaktadır?”

Sorularını soruyor ve ardından soruları Martin Heidegger’ın, kendi kişisel ölümümüzün farkında olmanın bizi bir varoluş şeklinden daha yüksek olana geçmeye sevkettiği şeklindeki bakışıyla açıklamaya girişiyor:

“Heidegger dünyada iki türlü temel varoluş şekli bulunduğuna inanmaktadır:

1- Varolmayı unutma durumu
2- Varolmayı düşünme durumu

Bir kişi varolmayı unutma durumunda yaşıyorsa madde dünyasında yaşayıp kendisini sıradan hayat oyalamalarına kaptırmıştır:”düzeyi düşmüştür”, “boş gevezeliğe” kaptırmıştır kendini, “onların” içinde kaybolmuştur. Kendini sıradan dünyaya, işlerin gidiş şekliyle ilgili kaygılara teslim etmiştir.

Varolmayı düşünen durumda, kişi varolmanın devamlı olarak farkındadır. Kişi, varolmanın sorumluluğu üzerine düşünür. İnsan, yalnızca bu durumda kendi yaratılışıyla ilgili olduğu için, kendini değiştirme gücünü yalnız burada kavrayabilir.”

İnsanın alışılmış biçimde, ilk durumda yaşadığını söyler. “Kendi hayatı ve dünyasının sahibi olduğunun farkında olmadığı”, “kaçtığı”, “düştüğü” ve sakinleştirildiği, “rastgele birisi tarafından sürüklenerek” seçimlerden kaçtığı durumdur bu.

Peki ölümün tüm bunlarla ne alakası var? Heidegger, varoluşunun farkında olma, daha aydınlanmış olma durumuna kişinin çabalayarak, dişlerini sıkarak gelemeyeceğini farketmiştir, diye aktarır Yalom.

Kişiyi sıradan varolma durumundan çıkaracak sarsıntıyı yaratacak belirli olaylar ve şartlar vardır. “Jaspers bunlardan “sınır” ya da “uç” ya da “limit” durumlar olarak bahsetmektedir.”. Bu, sarsıcı olayların içerisinde ölüm, eşsizdir.

Ölüm düşüncesinin önemini, “yargılarınıza bir süre için ara verip herhangi bir ölüm düşüncesinin olmadığı hayatı bir hayal edin. Hayat yoğunluğundan bir şeyler kaybeder. Ölüm inkar edildiğinde hayat küçülür.”, diyerek açıklar.

Aktardığı üzere, Golden State Köprüsü’nden atlayarak intihar girişiminde bulunmuş ama sağ kurtulmuş her 10 kişiden 6’sı hayat görüşünü değiştirmiştir.

Ölümle yüzleşmenin insanlarda, “hayatın kısalığı ve değerli oluşuna dair güçlü bir duyguya … hayattan daha büyük bir zevk alma duygusuna, yakın çevreye karşı algının ve duygusal tepkiselliğin arttığı duygusuna … o anı yaşama ve geçen her anın tadını çıkarma yeteceğine … hayatın daha fazla farkında olma duygusuna -hayatın, yaşayan şeylerin farkındalığına ve çok geç olmadan ondan tat alma isteğine,” yol açtığını paylaşır.

Kanserli hastalarının kendi dönüşümlerinden aşağıdaki şekilde bahsettiklerini söyler:

* Hayat önceliklerini yeniden düzenlemek: önemsizi önemsiz olarak görmek
* Özgürlük duygusu: yapmak istemedikleri şeyi yapmamayı seçebilme
* Hayatı emekliliğe ya da başka bir noktaya dek ertelemek yerine güçlü bir o anda yaşama hissi
* Hayatın önemli gerçeklerini canlı bir şekilde kabul etme: değişen mevsimler, rüzgar, dökülen yapraklar, son Noel, vs.
* Sevilen kişilerle krizden önce olduğundan daha derin iletişime girmek
* Krizden öncesine göre daha az kişilerarası korku, reddedilmeyle ilgili daha az kaygı, risk almaya daha büyük isteklilik

Senator Richard Neuberger’in kanserden ölmeden kısa süre önce yaptığı konuşmayı aktarır:

“Dönüşü olmayacağını düşündüğüm değişiklikler oldu bende. Saygınlık, politik başarı, mali durum gibi konular birdenbire önemsiz hale geldi. Kanser olduğumu fark ettiğim o ilk saatler içinde Meclis’deki yerimi, banka hesabımı ya da özgür dünyanın kaderini hiç düşünmedim… Karım ve ben hastalığımın teşhis edilmesinden bu yana hiç kavga etmedik. Eskiden onu diş macunu alttan sıkmak yerine üstten sıktığı, benim titiz iştahıma uygun şekilde ikramda bulunmadığı, konuk listesini bana danışmadan hazırladığı, kıyafetlere çok fazla para harcadığı için azarlardım. Şu anda ya bu konuların farkında delim ya da ilgisiz görünüyorlar…

Bunların yerini bir zamanlar öylesine kabul ettiğim şeylerin yeniden takdir edilmesi aldı - bir arkadaşla öğle yemeği yemek, Muffet’in kulaklarını kaşıyıp mırıltılarını dinlemek, karımın arkadaşlığı, başucu lambamın ışığı altında bir kitap ya da dergi okumak, bir bardak portakal suyu ya da bir dilim kek için buzdolabını talan etmek. Sanırım ilk defa gerçekten hayatın tadını çıkarıyorum. Sonunda ölümsüz olmadığımı fark ettim. Sahte gurur, yapay değerler ve hoşlanılan tepeden bakışlarla -en sağlıklı olduğum zamanlarda bile- kendim uğruna berbat ettiğim bütün o olayları hatırladığımda ürperiyorum.”

Özetle, ölüm fikrinin insanları koruduğunu savunmaktadır:

“Ölümün kabul edilmesi hayata bir keskinlik hissi vermekte, hayat görüşünde kökten değişiklikler yapmaktadır ve insanı oyalanmalar, sakinleştiriciler ve önemsiz kaygılarla belirlenen bir yaşam tarzından daha otantik bir tarza taşıyabilir.”

ÖLÜM ANKSİYETESİ

Kavramı, “ölüm korkusu”, “çok büyük dehşet”, “sonluluk korkusu” gibi farklı şekillerde tarif ediyor. Neden olarak bireylerin ölüm korkusunu çok farklı şekillerde hissedebileceğini ifade ediyor.

Bunlarla beraber, daha kesin bir tanım arıyor. Ölümle ilgili tam olarak korktuğumuz şeyin ne olduğunun peşine düşüyor.

Jack Choron’un üç tür ölüm korkusunu alıntılıyor: 
1- Ölümden sonra meydana gelen şeyler,
2- Ölme “olayı”,
3- Olmanın sona ermesi.

Bunların ilk ikisinin ölümle ilgili korkular olduğunu aktardıktan sonra, varoluşçu psikoterapinin odaklandığı “olmanın sona ermesi”, yok olma, ortadan kaybolma, imha olma, plan ve projelerin sona ermesi, bir daha hiçbir deneyimin yaşanmaması korkularının önemini vurguluyor.

“İnsan kendini kaybetmek ve bir hiç haline gelmekten dehşetle korkar. Bu anksiyetenin yeri belirlenemez. Rollo May’in dediği gibi, “Bir anda her yerden saldırır bize.”. Ne anlaşılabilen ne de yeri belirlenebilen bir korkuyla yüzleşilemez ve daha da korkunç hale gelir: kaçınılmaz bir biçimde daha ileri anksiyeteyi ortaya çıkaran çaresizlik duygusunu meydana getirir.”


Anksiyeteyle savaşmanın çözümü olarak ise, “onu hiçbir şeyden bir şeye dönüştürmek” olarak sunuyor. Yani, anksiyetenin kökenini tanımlayarak onu bilinen bir korkuya dönüştürmek.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Özgürlüğün Vertigosu, Rollo May

Kişisel özgürlük, daha önce hiç yürümediğimiz yollarda tehlikeye atılmak olduğundan, bu tehlikenin ileride neye benzeyeceğini asla bileme...