Zulu dilinden birebir çevrildiğinde anlamı o kadar güzel ki:
“Seni görüyorum ve görerek seni var olmaya davet ediyorum”.
Peki kendimizi görmemiz için ne gerekiyor?
Çünkü iç dünyamızdaki mücadelemiz, nasıl sevdiğimizden nasıl yaşadığımıza kadar, her şeyi yönetiyor.
Duygularımızın, iyi-kötü olduklarına dair fikirlerimiz kalıplaşmış. Bu kalıplaşma zehirleyicidir. Gerçek dayanıklılık ve kendimizi geliştirmek için iyi bir duygusal çevikliğe ihtiyacımız var.
Benim hikayem Güney Afrika’nın apartheid rejiminde başlıyor.
Babamı 42 yaşında kanserden kaybettiğimde, ortaokula gidiyordum. Onu sevdiğimi söyledim, hoşçakal dedim ve yola koyuldum. Okulda matematik problemi çözerken babam bu dünyadan gidiyordu. Okul boyunca, her zamanki gülümsememi takındım. Tek bir not düşürmedim. Nasıl olduğum sorulduğunda omuz silkip “iyiyim” diyordum. Güçlü olduğum için övgü alıyordum. İyi olmanın efendisi olmuştum.
Ama evde işler hem maddi hem manevi yönden kötüye gidiyordu. Babam, hastalığı boyunca küçük işletmesini idare edememişti. Alacaklılar kapıya dayanmıştı. Annem, hayatının aşkının yasını tutarken bir yandan da üç çocuk büyütmeye çalışıyordu.
Hızlı bir şekilde izole olmaya başladım. Acımın ağırlığını reddediyordum. Aşırı yemek yiyerek bastırmaya çalışıyordum. Kimse bilmiyordu ve olumlu olmaya değer veren bir kültürde kimse bilmek dahi istemiyordu.
Ancak bir kişi, benim bu zafer hikayeme inanmadı. 8. sınıf öğretmenim bana boş bir defter verdi ve “Ne hissediyorsan yaz”, dedi. “Doğruları söyle. Kimse okumuyormuş gibi yaz.”. İşte bu şekilde yas ve acımı göstermeye davet edilmiştim. Basit bir işti ama benim için devrim gibi etki yaptı.
Dünya Sağlık Örgütü’ne göre depresyon, küresel çapta hastalıkların önde geleni; hem kanserin hem de kalp hastalıklarının önünde. İnsanların nasıl daha fazla duygularını bastırma eğiliminde olduğunu görüyoruz.
Kendi aklımızda sıkışıp kalmışız. Bir yandan da duygularımız düşünmekle meşgulüz. Haklıyız veya mağduruz. Sonunda ancak, makul bulduğumuz duygulara izin veririz.
Üzüntü, sinirlilik, yas gibi hisleri “kötü duygular” olarak nitelendiriyoruz. Bu hislere sahip olduğumuz için kendimizi yargılıyoruz. Aynılarını çocuklarımız gibi sevdiklerimize de yapıyoruz. Negatif görülen hislerden utanmalarına sebep oluyoruz ve aslında değerli olan bu hisleri görmelerinde onlara zarar veriyoruz.
Pozitif olmak, bugün yeni bir etik doğruluk biçimine dönüştü. Kanser hastalarına ilk söylenen şey pozitif olmaları. İnsanlara sinirlenmemeleri gerektiği söyleniyor. Bu bir zorbalık. Pozitifliğin dayatılması. Acımasızca. Kaba ve etkisiz. Bunu hem kendimize hem de başkalarına yapıyoruz.
Yanlış pozitiflik ve ötelemenin ortak bir noktası varsa o da şu: hepsi kalıplaşmış tepkiler. Apartheid’in ayrımcılık geçmişinden öğrendiğimiz şey, kalıplaşmış inkarın işe yaramadığıdır. Sürdürülemez. Ne bireyler ne aileler ne de toplumlar için.
Duygusal bastırma araştırmaları duyguların ötelendiği veya görmezden gelindiği durumlarda daha da güçlendiklerini gösteriyor. Buzdolabındaki o leziz çikolatalı kek gibi... Siz görmezden geldikçe rüyalarınızı daha çok süslüyor. Görmezden geldiğinizde o duyguların kontrol altında olduğunu sanıyorsunuz ama aslında onlar sizi kontrol ediyor.
Yanlış pozitiflik adına normal duyguları öteleştirdiğimizde dünyayla başa çıkacak yetileri geliştirecek kapasiteyi de kaybediyoruz. Yüzlerce insan bana ne hissetmek istemediklerini söyledi:
“Denemek istemiyorum çünkü hayal kırıklığı istemiyorum.” veya “Bu hissin gitmesini istiyorum.”
Onlara, “Anlıyorum”, diyorum. “Fakat ölü bir insanın amaçları bunlar.”
Yalnızca ölü insanlar istenmeyen veya uygunsuz hislere kapılmazlar.
Yalnızca ölü insanlar strese girmez, kalpleri kırılmaz, başarısızlıkla gelen hayal kırıklığını yaşamazlar. Zor duygular hayatla yaptığımız anlaşmanın bir parçası. Stres ve rahatlık yaşamadan ne anlamlı bir kariyer yapabilir ne aile yetiştirebilir ne de dünyaya bir iyilik yapabilirsiniz. Rahatsızlık anlamlı bir hayata kabul edilmenin bedeli.
Peki bu kalıplaşmışlığı bozarak duygusal çevikliği nasıl başarırız? O genç yaşta, boş sayfalara yönelirken, ne hissetmem gerektiğiyle ilgili düşünceleri kafamdan çıkarmaya çalışıp gerçekten hissettiklerimi yazmaya odaklandım: Acı. Yas. Kaybetme. Pişmanlık.
Artık araştırmalar gösteriyor ki dayanıklılık ve gerçek mutluluğun temel taşı, tüm duygularımızı radikal bir şekilde kabullenmek, karışık ve zor olanlar dahil. Bunun yanında, duyguları doğru adlandırmak da önemli. En sık duyduğum söz “Stresliyim.”. Stres ve hayal kırıklığı ile stres ve “yanlış kariyerdeyim.” demek arasında dünya kadar fark var. Duygularımızı doğru etiketlediğimizde hislerimizin asıl nedenini çok daha iyi fark ediyoruz.
Duygularımız, bizim için anlamlı olan şeylere ışık tutuyorlar. Haberleri izlediğinizde sinirleniyorsanız bu, eşitlik ve adalete değer verdiğinizin işareti. Ayrıca, hayatınızı o yönde şekillendirmeniz için aktif adımlar atmanız için bir fırsat. Zor duygulara açık olduğumuz zaman, değerlerimizle bütünleşmiş tepkiler verebiliyoruz.
Ama elbette duygular veridir, talimat değildir. Onların emrinde hareket etmeden de onların değerini kullanabiliriz. Tıpkı oğlumun, küçük kız kardeşine duyduğu öfke yüzünden onu, alışveriş merkezinde gördüğü ilk yabancıya verme isteğini gerçekleştirmemesi gibi.
Uygulamada bu nasıl oluyor peki? Güçlü, sert bir duyguya kapıldığınızda o duygudan kurtulmak için acele etmeyin. Bu duygu size ne söylüyor? ''Sinirliyim'' veya ''Üzgünüm'' gibi şeyler söylememeye çalışın. ''Buyum'' dediğiniz zaman Duygu sizmişsiniz gibi oluyor. Oysa siz sizsiniz, duygularınız ise veri. Var olan duyguyu olduğu gibi fark etmeye çalışın: ''Üzüldüğümü fark ediyorum.'' veya ''Sinirlendiğimi fark ediyorum.''
Şu soruları sormalıyız: “Duygum bana ne söylüyor”, “Beni değerlerime hangi hareket götürecek?”, “Beni değerlerimden hangi hareket alıkoyacak?”.
İnsanlar, duygusal gerçekliklerini hissedebildiklerinde yakınlaşma ve yaratıcılık ortaya çıkıyor. Duygusal çeviklik; duygularınıza merak, anlayış ve özellikle cesaretle değerlere doğru adım atma yeteneği.
Ben küçükken, ölümden korkarak geceleri uyanırdım. Babam sırtıma vurarak ve beni öperek rahatlamamı sağlardı. Ancak hiç yalan söylemezdi. “Hepimiz öleceğiz, Susie”, derdi. “Korkman normal.” Ben ve gerçeklik arasına bir tampon koymaya çalışmadı. Bana cesaretin, korkunun olmaması değil, korkuya doğru yürümek olduğunu gösterdi. 10 yıl gibi kısa bir süre içinde öleceğini ikimiz de bilmiyorduk. İkimiz için de bu zaman çok değerli ve çok kısaydı.
Ancak kırılganlığımızla yüzleşeceğimiz o kaçınılmaz an kapımıza dayandığında bize şunu soracak; ''Hazır mısın?'' ''Hazır mısın?'' O anın ''evet'' olmasına izin verin. Kalbinizle hayat boyu yazışmanızdan doğan bir evet olsun. Ve kendinizi görmekten. Çünkü kendinizi görerek başkalarını da görüyorsunuz: kırılgan, güzel bir dünyada ileriye doğru sürdürülecek tek yol. Sawubona.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder