8 Ağustos 2018 Çarşamba

Özgürlüğün Vertigosu, Rollo May

Kişisel özgürlük, daha önce hiç yürümediğimiz yollarda tehlikeye atılmak olduğundan, bu tehlikenin ileride neye benzeyeceğini asla bilemeyiz.
Geleceğe sıçrıyoruz. Nereye düşeceğiz?
Özgürlükle kişi, bir baş dönmesi, bir sersemlik duygusu, bir vertigo ve korku duygusu yaşar. Baş dönmesi kişinin yalnız zihnini değil bütün vücudunu kapsar, kişi bunu midesi, kolları ve bacaklarında da hissedebilir. 
Bütün bu duygular, baş dönmesi, vertigo, sersemlik, korku, özgürlüğe gölgesi gibi refakat eden anksiyetenin dışa vurumudur.
Konformizme ("uyumculuk") doğru bir baskı her topluma girmiştir. Herhangi bir grubun ya da sosyal sistemin bir işlevi, Hannah Arendt'in işaret ettiği gibi, homeostaz'ı (iç denge) korumak, insanları her zamanki yerlerinde tutmaktır.
Grup için özgürlüğün tehlikesi tam da bu noktadadır: Çünkü konformist olmayan, homeostazı altüst edecek, özgürlüğünü denenmiş ve doğru yolları bozmak için kullanacaktır.
Sokrates, Atina'nın iyi vatandaşlarının inancına göre, Atina'nın gençlerine yanlış "daimon"var (kavramlar) aktardığı için baldıran içmeye mahkûm edilmişti. İsa, gününün kabul edilmiş inancını bozduğu için çarmıha gerildi. Jeanne d'Arc sesler işitti ve kazıkta yakıldı. 
Bu aşırı örnekler, fikirleri sonradan uygarlığımızın köşe taşları olan kimselerdir. Ama bu gerçek, benim bulunduğum noktayı doğruluyor, içgörüleri çok rahatsız edici olan, özgürlüğe refakat eden anksiyeteyi çok fazla davet eden kimseler, yeni fikirlerin yapacağı depremin yaptığı korkudan yakınan kendi kuşakları tarafınan ölüme mahkûm edilmişlerdir. Ama onlara, fikirleri yeni çağın dogması halinde kristalize olduktan ve ölü figürler sakin mezarlarından doğrulup sükuneti yeniden bozamayacak hale geldikten sonra, ileriki kuşaklarca tapılmıştır.

11 Mart 2018 Pazar

Anlamsızlık. Bölüm 10. Irvin Yalom

Kitabın 10. bölümünün özeti:

“Beş yıl önce garip bir zihinsel durum başladı bende: sanki nasıl yaşayacağımı, ne yapacağımı bilmiyormuşum gibi şaşkınlık ve tıkanma anları yaşadım… Bu hayat tıkanmaları kendini hep aynı soruyla sundu bana: neden? ve ne için? … Bu sorular gittikçe artan bir ısrarla yanıt istediler ve tek tek noktalar gibi gruplaşarak kara bir leke halini aldılar.”

Tolstoy’un İtiraflar'ında dile getirdiği bu anlam krizini pek çok kere tecrübe etmişizdir:
Hayatımın anlamı nedir? Neden yaşıyoruz? Nasıl buraya geldik? Ne için yaşıyoruz? Sonunda öleceksek, yaptığımız herhangi bir şeyin anlamı var mı?

Tolstoy sorgulamaya, para kazanıp çocuklarına miras kalacak servete sahip olmayla ve sonrasında yazarlık kariyeriyle devam eder:

“Peki diyelim ki Gogol, Puşkin, Shakespeare, Moliere’den -dünyadaki tüm yazarlardan- daha ünlü oldum, sonra ne olacak? Buna bir yanıt veremem. Böyle sorular hemen yanıt ister; bir yanıt olmaksızın insan yaşayamaz. Ama yanıt, bir yanıt olmadığıdır.”

Anlamı kaybetmesiyle Tolstoy, işlevsiz hale gelmiştir:

“Üzerinde durduğum zeminin parçalandığını, üzerinde duracağım bir şey kalmadığını, umrunda yaşadığım şeyin bir hiç olduğunu, yaşamak için bir nedenim kalmadığını hissettim… Gerçek şu ki, hayat anlamsız. Hayatın her günü, her adımı beni uçurumun kenarına biraz daha yaklaştırdı ve enkazdan başka hiçbir şey olmadığını gördüm.”

Elli yaşında Tolstoy ölüme çok yaklaşır:

“Hayatımın ellinci yılında beni ölüme çok yaklaştıran soru, gelişmemiş bir çocuktan en zeki bilgeye kadar her insanın ruhunda yatan en basit sorudur: Şu an yaptığım ve yarın yapacağım şeyden ne yarar gelcek? Benim bütün hayatımdan ne yarar gelecek? Neden bir şey istemeliyim? Neden bir şey yapmalıyım? Yine başka bir ifadeyle: Beni bekleyen kaçınılmaz ölümle tahrip olmayacak herhangi bir anlam var mı hayatta?”

Anlam krizi yaşayan başka bir yazar Albert Camus’tur. Sisifos Söyleni’ne şöyle başlar:

Yalnızca gerçekten ciddi bir tek sorun var: İntihar. Yaşamın yaşanmaya değip değmediğini düşünmek, felsefenin temel sorusunu yanıtlamaktır. Dünyanın üç boyutlu olması, zihnin dokuz ya da on iki kategorisi (Kant’a gönderme) olması gibi sorunlar sonra gelir. Bunların hiç önemi yok. Yanıtlamak gerek önce. Nietzsche'nin de söylediği gibi, bir filozof saygıdeğer olabilmek için özüyle sözü bir olmak zorundaysa, bu durumda yanıtın önemi ortaya çıkar, çünkü yanıt kesin davranışı önceler. Bunlar yürekte kendini gösteren apaçıklıklardır, ama onları zihinde aydınlık kılabilmek için derinleştirmek gerekir.”

Carl Gustav Jung, anlamsızlığın hayatın tamlığını engellediğini ve bu nedenle “hastalığa eşdeğer” olduğunu düşünmekteydi:

“Hayatta anlam yokluğu nevrozların başlangıcında önemli bir rol oynamaktadır. Nevroz anlamını bulamamış olan ruhun acı çekmesi olarak anlaşılmalıdır… Vakalarımın üçte biri klinik anlamda tanımlanabilir herhangi bir nevroz göstermiyorlar, ama hayatlarındaki anlamsızlıktan ve amaçsızlıktan yakınıyorlar.”

Viktor Frankl’a göre, en büyük varoluşsal stres, anlam eksikliğidir.

Salvator Maddi, varoluşsal nevrozu, “anlamsızlık veya kişinin uğraştığı veya yaptığını hayal ettiği şeylerin doğruluğuna, önemine, yararına veya değerine inanma yetersizliği” olarak tanımlamaktadır.

Benjamin Wolman, “Hayatta bir anlam bulamama, insanın yaşamaya, mücadele etmeye, ümit etmeye değecek hiçbir şeyi olmadığı duygusu … hayatta herhangi bir hedef ya da yön bulamama, insanlar yaptıkları işte çok çabalasalar da çok isteyecek bir şeyleri olmaması duygusu”, olarak tanımlamaktadır.

Bu bölümde Yalom, anlamsızlık batağındaki hastalarda denenmiş ve işe yarayan bazı yararlı bilgileri derleyip paylaşarak bir rehber oluşturmak istediğini belirtmiştir.

Terapistlerin ise, hayatın temelinde yer alan, tarih boyunca pek çok düşünürün pençesinden kurtulmayı başaran bu çetin soruyla karşılaştıklarında kaçak cevaplar vermemek için kendilerini bu konuda geliştirmeleri gerektiğini tavsiye etmektedir.

Anlam Problemi

1. “İnsanoğlu anlam arar gibi görünmektedir. Anlam, amaç, değerler veya idealler olmaksızın yaşamak, önemli ölçüde strese yol açmaktadır. İnsanı, hayatını sona erdirme kararına kadar götürebilir. Frankl, toplama kamplarında hiçbir anlam duygusu olmayan insanların yaşamalarının olası olmadığını belirtmiştir. Görünüşe göre hepimizin kesinliğe -bütün çabalarımızı yönelteceğimiz sağlam ideallere ve onlara göre hayatlarımızı yönlendireceğimiz kılavuzlara- gereksinimimiz vardır.”

2. “Ama varoluşçu görüş, kesinlik diye bir şeyin olmadığını, dünyanın rastlantısal olduğunu -yani olan her şeyin başka şekillerde de olabileceği; insanın kendisini, dünyasını ve o dünya içindeki kendi durumunu oluşturduğu; insanların yarattığından başka bir ‘anlamın’ evrende mükemmel bir düzenin varılmadığı, yaşam için hiçbir kılavuz bulunmadığı görüşünü ileri sürmektedir.”

O halde problem temel olarak şudur:

“Bir anlama gereksinimi olan bir varlık, anlamı olmayan evrende nasıl bir anlam bulacaktır?”

Hayatın Anlamı

TANIMLAR

Anlam ve amaç, farklı manalarına gelmelerine rağmen, hayatın anlamı veya amacı, birbirlerinin yerine kullanılmaktadır. Anlam, daha çok bir tutarlılık arayışını belirtirken; amaç, bir yönelmeyi belirtmektedir.

Hayatın anlamı dendiğinde, yaratılışın anlamı ve bireyin varoluşunun anlamı kavramlarını birbirinden ayırmak gerektiğini ifade eder Yalom. Yaratılışın anlamı, yani kozmik anlam, evrenin topyekun bir amaca hizmet ettiğini kastederken; bireysel anlam, yani dünyevi anlam, kişinin tikel varlığının bu parçadaki yerini bildirmektedir. Bu nedenle, kozmik bir anlam duygusuna sahip bireyler, kendi bireysel anlamlarını buradan çıkarmaktadırlar. Diğer yandan kişi, dünyevi bir anlama, kozmik bir anlama sahip olmadan da sahip olabilir.

KOZMİK ANLAM

İbrahimi dinlerde insan, Tanrı’nın planının bir parçasıdır. Ona uygun bir yaşantı ödüllendirilecektir. Peki insan bunu nasıl bilecektir? Tutucu görüş, ilahi buyruğun kitaplar tarafından bildirildiğini ve insanın kitapta yazanı harfi harfine uyguladığı taktirde mükafata ereceğini savunur. Diğerleri insanın yalnızca bir inancının olmasını yeterli görür. İnsan, Tanrı’nın buyurduğunu hiçbir zaman kesin olarak bilemeyeceğinden, ipuçları veya tahminlerle veya insanın Tanrı’nın zihnini bilemeyeceği düşüncesiyle yetindi gerektiğini söylerler. Pascal, “Bir dal, ağacın anlamını bilmeyi ümit edemez.”, demiştir. Viktor Frankl, çocuk felcini bulmak için kobay olarak kullanılan maymunun, çektiği acıların manasını zihinsel yetersizliği nedeniyle hiçbir zaman anlayamayacağını, insanın da yaratılışının anlamını anlayamayacağına örnek olarak vermiştir. Aristoteles’in başlattığı gelenek, Tanrı’nın mükemmel olduğunu ve insanın amacının her şeyde mükemmele ulaşmaya çalışması olduğunu düşünmektedir. 12. yy’da Moses Maimonides, Kafası Karışmışın Kılavuzu’nda mükemmelliğe doğru çabalamanın 4 çeşidini karşılaştırmıştır. 1. yaklaşım olan fiziksel özelliklerin mükemmelliğini geçici olduğu için; 2. yaklaşım olan vücudun mükemmelliğini, insanı hayvandan üstün hale getiremeyeceği için kenarda bırakmıştır. 3. yol olan ahlaki mükemmelliği övmüş fakat insanın kendinden çok diğerlerine hizmet etmesi dolayısıyla eksik bulmuştur. 4. yol olan mantıksal mükemmelliğin ise gerçek insan mükemmelliği olduğunu iddia etmiştir. Bu mükemmellik son hedeftir ve insanın Tanrı’yı anlamasını sağlar.

Jung’da ve Hegel’de, insanın yaratımının mükemmelliği tamamladığı düşüncesi vardır. Hegel, “dünya olmaksızın Tanrı, tanrı değildir. … Tanrı ancak kendisini tanıdığı ve kendilik bilgisi, insanın içindeki kendisinin ve insanın tanrı bilgisinin farkında olduğu sürece tanrıdır,” diye yazmıştır. 

Rilke şöyle yazar:

Ben ölürsem ne yapacaksın Tanrı?
Ben senin sürahinim, kırılırsam ne olur?
Ben senin içeceğinim, dökülürsem ne olur?
Ben senin kaftanın ve mesleğinim
Beni kaybedersen anlamını yitirirsin.

Thomas Mann, “İnorganikten hayat üretimiyle nihai olarak hedeflenen şey insandı. Onunla birlikte büyük bir deney başlamıştır, onun başarısızlığı yaratımın başarısızlığıdır. … Öyle olsun ya da olmasın insanın öyleymiş gibi davranması iyi olacaktır.”, demiştir. Chadrin, hayatın “tek ve dev bir organizma” olarak evrimsel yöntemle önceden belirlenen hedefe gittiğini iddia etmiştir. “İnsan başarısının yükseklerine tırmanmaya çalışanların ancak çok küçük bir bölümü zirvenin yakınlarına ulaşsa da birçok tırmanıcının bulunması zorunludur. Yoksa zirveye kimse ulaşamayabilir. Kaybolmuş ya da unutulmuş olanlar tırmanma çabası gösterdikleri sürece boşuna yaşamışlardır.” diyerek, insanlığın kollektif çabasının evrimin gerçekleşmesindeki rolüne dikkat çeker.

DİN DIŞI KİŞİSEL ANLAM

Kozmik Anlamın Yokluğunda Kişisel Anlam: Yaklaşık üç yüz yıl önce, tanrısal anlam, varlığının Kantçı sorgulamadan geçmesinin ardınan bilimsel tutumun saldırılarıyla da iyice zayıflamıştır. 

Fakat anlam sistemlerinden, yerine birşey konulmaksızın vazgeçilemez. Belki “Neden yaşıyoruz?” sorusunun yanıtından vazgeçebiliriz ama “Nasıl yaşayacağız?” sorusunu ertelemek kolay değildir. Modern insan, din olmadan anlamı bulma göreviyle karşı karşıyadır.

Absürt bir dünyada yaşamak: Camus ve Sartre.

Camus, insanın anlamı olmayan bir dünyada acınası bir varlık olarak yaşamasını “absürt” olarak isimlendirmiştir. İnsan, ahlaki bir varlık olarak ahlak talep eder ama dünya böyle bir temel sunabilecek değildir.

Öyleyse ne yapacağız? Bir kesinlik yoksa, her şey kayıtsızlığa bağlıdır. Mutlu Ölüm ve Yabancı romanlarında, “benim için farketmez” kayıtsızlığında yaşayan nihilist insanı konu edinmiştir. Yabancı’daki Mersault, hep aynı kayıtsızlık içinde annesinin cenazesine katılır, sevişir, çalışır ve sahilde bir Arab’ı öldürür.

Sisifos Söyleni denemesinde, insanın nihilizme karşı dik duruşla kendi ahlakını yaratması gerektiğini tartışmıştır. “İnsan gururunun büyüklüğüne eşdeğer hiçbir şey yoktur.”.

Veba’da Dr. Rieux, vebanın kurbanlarına her zaman cesaret, canlılık, sevgi veren ve derin bir empati sergileyen yorulmak bilmez bir savaşçıdır.

Özetle Camus, nihilizme karşı; cesaret, gururlu asilik, kardeş dayanışması, sevgi ve din dışı azizlik içeren kişisel bir anlam sistemi üretmiştir.

Sartre’ın hayatın anlamsızlığıyla ilgili görüşü kısa ve serttir: “Bütün varolan şeyler bir neden olmaksızın doğarlar, zayıf bir şekilde yaşamaya devam ederler ve kazayla ölürler. … Doğuşumuz anlamsızdır; ölüşümüz anlamsızdır.”

“İnsan hayatı umutsuzluğun uzak köşesinde başlar.” Amaç, kendini gerçekleştirmeye doğru bir yolculuğa çıkmaktır.

Sartre’ın görüşü, rahatlığa, yerleşik inançlara meydan okuyarak özgürleşmek ve kendi anlamını yaratmaktır.

Peki neden gerçekleştirilmesi gereken anlamlar vardır? Bu soru karşısında Sartre sessizdir. Anlam, ilahi olarak buyurulmamıştır. Anlamı istemek, “anlam bulunmalı” demek tamamen keyfidir. Thomas Mann’ın pragmatik görüşüne uyar gibi görünmektedirler: “Öyle olsun ya da olmasın, insanın öyleymiş gibi davranması iyidir.”

Batıya ait dinsel ve ateist varoluşsal sistemlerin çoğu aynı fikirdedir: “insanın kendini hayatın akışına bırakması iyi ve doğrudur.”

Özgecilik: Dünyayı daha iyi hale getirmek, başkalarına hizmet etmek gibi etkinliklerin hayatın anlamını oluşturduğunu varsayar. Camus’un Dr. Rieux’u ve Sartre’ın Orestes’i kendilerini hizmet yoluna adamış karakterlerdir.

Jung, “Anlam birçok şeyi, belki de herşeyi, dayanılır hale getirir.”, demiştir.

Acı veren ve güçten düşüren bir kemik kanseri türü olan çok katmanlı myeloma geliştirene kadar hep enerjik ve atletik olan Sal, otuz iki yaşında hayatını kaybeder. Hayatının son iki senesinde, teşhis konulduktan sonra kendini birçok genç insana hizmete adayarak, anlamını bulmuştu. Civardaki liseleri gezerek gençlere uyulturucu kullanımının tehlikeleri hakkında rehberlik yapıyordu ve gözle farkedilir şekilde bozulmakta olan bedenini bu görevde güçlü bir örnek olarak kullanıyordu: 
“Vücudunuzu nikotin, alkol veya eroinle tahrip etmek mi sitiyorsunuz? Arabaların içinde parçalanmak mı istiyorsunuz? Depresyona girdiğiniz için vücudunuzu Golden Gate’den atmak mı istiyorsunuz? O halde vücudunuzu bana verin! Ona sahip olmama izin verin! Ben onu istiyorum! İstiyorum! Alacağım! Yaşamak istiyorum!”, dediğinde bütün seyirciler titriyordu.

Ellili yaşlarında yumurtalık kanserinden ölen Eva, kanser sürecinde insanların ondan kaçmasıyla yüzleşmek durumunda kalmıştı. “Pekala. Kanserimle baş edemediğinizi anlıyorum. Sizi affediyorum, önemli değil. Böyle hissetmeniz son derece normal.”, şeklindeki gayretiyle insanların bariyerlerini yıkmayı başardı ve yeniden onlara dokunma hazzına erişti.

Diğerleri için, özellikle de insanın çocukları için bir model oluşturmak, onların ölüm korkularını hafifletme ya da yok etmelerine yardım etme fikri hayatı ölüm anına dek anlamla doldurabilir. Onların başlattığı bu girişim, dalga etkisiyle hastanın çevresini misliyle aşabilir.

Vermenin, başkalarına yardımcı olmanın, dünyayı diğerleri için iyi hale getirmenin iyi olduğu inancı, güçlü bir anlam kaynağıdır.

Bir Nedene Adanmak: “Bir insan neyse, kendisine malettiği o neden sayesinde bu hale gelmiştir.”, Karl Jasper’ın sözleri hayatın anlamının başka bir önemli din dışı kaynağını göstermektedir. Will Durant, Hayatın Anlamı Üzerine adlı kitabında görüşünü şöyle ifade etmiştir:

“Bir bütüne katılın, bütün bedeninizle ve zihninizle onun için çalışın. Hayatın anlamı üretmek veya bizlerden daha büyük bir şeye katkıda bulunmak için bize verdiği şansta yatmaktadır. Bu büyük şeyin aile olması gerekmez (bu, doğanın insanların kontrolünde olmayan bilgeliğiyle en basit ruh için bile sağladığı dolaysız ve en geniş yol olsa da); bireyin bütün gizli asaletini gerektiren ve ona ölümüyle parçalanmayacak bir neden veren herhangi bir grup olabilir.”

“hayata bir anlam kazandıracaksa, bireyi kendi içinden çıkarıp yükseltmesi ve daha geniş bir şemanın işbirliği yapan bir parçası haline getirmesi gerektiğidir.”

Eğer bir etkinlik anlam sağlayacaksa, “bireyi kendi içinden çıkarıp yükseltmesi” önemli görünmektedir.

Yaratıcılık: Yeni bir şey, yenilik veya güzellik ve uyumla çınlayan bir şey yaratmak anlamsızlık hissine karşı güçlü bir panzehirdir. Yaratım, “ne için” sorusuna meydan okur. O, kendi varlığının bahanesidir.

Irving Taylor, en büyük kişisel yetersizliklerle ve sosyal kısıtlamalarla çalışan yaratıcı sanatçıların (yalnızca Galileo, Nietzsche, Dostoyevski, Freud, Keats, Bronte Kardeşler, Van Gogh, Kafka, Virginia Woolf’u bir düşünün), öylesine gelişmiş bir kendini yansıtma yetileri vardır ki, insanın varoluşsal durumu ve evrenin kozmik kayıtsızlığına dair hepimizden daha keskin bir görüşe sahiptirler. Sonuç olarak, anlamsızlık krizinden daha şiddetli bir biçimde etkilenmiş ve umutsuzluktan kaynaklanan yırtıcılıkla yaratıcı çalışmalara dalmışlardır. Beethoven açık bir şekilde sanatının kendisini intihardan alıkoyduğunu söylemiştir. Otuz iki yaşında, sağırlığı yüzünden umutsuzluk içindeyken, “beni hayatıma son vermekten alıkoyan çok az şey var. Sanat tek başına beni durdurdu. Yazık, yapmak istediğim şeyleri yapmadan bu dünyayı terk etmek benim için olanaksız görünüyor ve bu nedenle bu sefil hayatı sürdürüyorum.”, demiştir.

Anlama giden yaratıcı yol hiçbir şekilde yalnızca yaratıcı sanatçılarla sınırlı değildir. Bilimsel keşif eylemi en üst sıradaki yaratıcı eylemdir. Bürokrasiye bile yaratıcı bir biçimde yaklaşılabilir.

Yaratıcılığı öldüren çalışma ortamları ve insanı robota çevirmek, ücret ne kadar yüksek olursa olsun her zaman tatminsizlik yaratacaktır.

İnsanın yalnızca kendisi için değil, diğerlerinin hoşnutluğu için de dünyanın şartlarını iyileştirmek, güzelliği keşfetmek için yaratıcı olma arayışı içinde yaratıcılık özgecilikle örtüşür. Yaratıcılık aynı zamanda bir sevgi ilişkisinde de önemli bir rol oynayabilir: diğerinde bir şey hayata getirmek, olgun sevginin ve yaratıcı sürecin de bir işlevidir.

Hedonistik Çözüm: Bu görüşe göre, hayatın amacı yalnızca dolu dolu yaşamak, hayat mucizesine karşı duyulan şaşkınlık hissini korumak, hayatın doğal ritmine kendini bırakmak, en derin olası anlamda haz aramaktır.

Hedonizm esnektir. Uzun vadede hangi eylem daha çok mutluluk getirecekse ona yönelebilir. Bu yönüyle yaratıcılığı, sevgiyi, özgeciliği, bir nedene kendini adamayı kapsayabilir.

Kendini Gerçekleştirme: Bir diğer kişisel anlam kaynağı, insanoğlunun kendini gerçekleştirmek için çabalaması, kendilerini içlerindeki potansiyeli gerçekleştirmeye adamaları gerektiği inancıdır.

Bu Aristoteles’te erekbilimsel nedensellik olarak, Hristiyanlık’ta İsa’nın taklit edilecek örnek gösterilmesi olarak, Sartre’da Orestes’in Tanrı’nın emrini reddedip, kendi potansiyelini gerçekleştirmenin peşinden gitmek olarak, Maslow’da da ihtiyaçlar piramidinin en üstündeki basamak olarak görülür.

Kendini Aşma: Batı düşüncesinde uzun bir gelenek bizi kendini aşmaya yönelik olmayan bir amaca razı olmamamızı öğütler. Buber, “Kendi iyiliğin için değil”, cevabını verir.
“İnsan kendisini unutmak ve kendisini dünyaya kaptırmak için kendisiyle başlar; insan kendisiyle meşgul olmamak için kendisini anlar.”

Buber’in temel noktası, insanoğlunun bireysel ruhların kurtarılmasından çok daha geniş kapsamlı bir anlamı olduğudur. 

Frankl da kendini ifadenin çağdaş idealleştirilmesinin, eğer kendi içinde sonlandırılırsa, sıklıkla anlamlı ilişkiyi olanaksız kıldığını düşünmektedir. Sevgi dolu bir ilişkinin temel unsuru özgürce kendini ifade değil, insanın kendi dışına uzanıp diğerinin varlığına ilgi göstermesidir.

Maslow’a göre, kendini gerçekleştiren bireyler kendilerini benliklerini aşan hedeflere adarlar.

Kendini aşma ve hayat döngüsü: Anlam sağlayan bu hayat etkinlikleri hiçbir şekilde karşılıklı olarak kişiye özel değildir; çoğu birey birkaçından anlam çıkarır. Ayrıca, Erik Erikson’ın uzun zaman önce kuramsallaştırdığı gibi (1970’lerdeki yetişkin hayat döngüsüyle ilgili araştırmalarla mükemmel bir şekilde desteklenen bir kuram) bireyin hayat döngüsünün kademeli olarak gelişimi söz konusudur. 

Ergenlik ve ilk ve orta yetişkinlik dönemlerinde kişi sabit bir kimlik oluşturmaya, yakın ilişkiler geliştirmeye ve mesleki çabalarında egemenlik duygusu kazanmaya çabalarken inanın ilgisi benlik etrafında toplanırken, kırklı ve ellili yaşlarda insan kendini aşan işlerde anlam bulduğu bir evreye girmiştir.

Başarılı erkekler, kırklı ellili yaşları arasında “kendileri için daha az, çocukları için daha fazla kaygılandıklarını”, bildirmişlerdir:

“Şimdi taşıdığım kaygılar çok daha az ben merkezli. 30-40 yaşları arasında çok fazla talep veya çok az parayla, mesleğimde başarılı olup olamayacağım, vs. ile ilgiliydi. 45’i geçtikten sonra kaygılar daha felsefi, daha uzun dönemli, daha kişisel … insan ilişkilerinin durumu ve özellikle bizim toplumumuz için endişeleniyorum. Öğrendiklerimi elimden geldiğince başkalarına öğretmekle kaygılanıyorum.”

Bir diğeri şöyle diyor: “Arkamda büyük ayak izleri bırakmayı planlamıyorum, ama yeni bir hastane kurmak, okulları desteklemek ve çocuklara şarkı söylemeyi öğretmek için kasabaya taşınma çabalarında daha ısrarlı hale geliyorum.”

Berkeley, California’a Norma Haan ve Jack Block tarafınan yapılan uzun süren bir çalışma, otuz ve kırk yaşındaki bireylerin kendi ergenlikleriyle karşılaştırılmış ve benzeri sonuçlara ulaşmış. Özgecilik ve kendini aşma davranışı zaman içinde artmaktadır. Bireyler kırkbeş yaşındayken, otuz yaşına göre, “daha sempatik, verici, üretken ve güvenilirdi.”

Kadınlarda ise ters bir ilişki gözlenmektedir. Yakın zamanda yapılan feminist araştırmalar önemli bir düzeltme sağlamıştır. Daha önce kendilerini evlilik ve anneliğe adayan orta yaşlı kadınlar, erkek yaşıtlarına göre gerçekleştirecek daha farklı anlamlar aramaktadırlar. Geleneksel olarak kadınlardan kendilerinden önce diğerlerinin gereksinimlerini karşılamaları, kocası ve çocukları aracılığıyla dolaylı olarak yaşamaları ve toplumda hemşire, gönüllü çalışan ve yardım dağıtıcısı olarak doyurucu bir rol oynamaları beklenir. Özgecilik, özgürce seçilmek yerine onlara zorla benimsetilmiştir. Bu nedenle, yaşıtları dünveyi başarılar kazanıp dikkatlerini özgecil düşüncelere çevirmeye hazır oldukları sırada onlar hayatlarında ilk kez birincil olarak diğerleri yerine kendileriyle ilgilidirler.

VIKTOR FRANKL’IN KATKILARI

Frankl, II. Dünya Savaşı’nda Auschwitz dahil olmak üzere 4 toplama kampından sağ olarak çıkan yahudi bir psikiyatrdır. Orada hayata, anlam sayesinde tutunmuş, ümidini kaybedenlerin birer birey yaşama savaşını kaybettiklerini gözlemlemiş ve bu hikayesini İnsanın Anlam Arayışı kitabında anlatmıştır.

Deneyimlerinden yola çıkarak Logoterapi’yi kurmuştur. Logos: “sözcük” veya “anlam” manalarına gelir.

Hayatın anlamını üç kategoriye ayırmıştır. (1) insanın başardığı veya kendi yaratımı bağlamında dünyaya verdikleri; (2) insanın etkileşim ve deneyim bağlamında dünyadan aldıkları; (3) insanın acı çekmeye, değişemez kadere karşı aldığı tutum.

Bu üç anlam sistemi, daha önce değinilen, sırasıyla yaratıcılık, deneysel ve tutuma ait yaklaşımlardır.

Frankl, “Önemli olan şey, etkinliklerinizin yarıçapı değil, çizdiği halkayı ne kadar doldurduğunuzdur.”, der.

Nietzsche’ci bir yaklaşımla, acıda bile anlam bulunabileceğini düşünür. Ve son olarak, acı çekme ve ölümden kaçış umudu yoksa bile, diğerlerine, Tanrı’ya ve kendisine onurla acı çekip ölünebileceğini göstermede bir anlam olabileceğini belirtmektedir.

Anlam Kaybı: Klinik Etkileri
DEĞİŞEN KÜLTÜRÜMÜZ: BÜTÜN ANLAMLAR NEREYE GİTTİ?

Birçok klinisyen fark etmiştir ki, hastalar artan bir hızla hayattaki kayıplarıyla bağlantılı şikayetlerle terapiye gelmektedirler. Neden?

Sanayi öncesinde tarım toplumlarında insanlar, doğayla iç içe toprakla ilgilenerek, büyük bir yaratım gücünün bir parçası hissediyorlardı kendilerini. Yiyecek üretmenin anlamını kim sorgulayabilir ki? İnsanlar, günlük geçimlerini sağlamakla o kadar meşguldüler ki, anlam sorusunu sormaya vakitleri kalmıyordu.

Bugün şehirleşmiş, sanayileşmiş din dışı dünyasının yurttaşı, dinsel temelli kozmik anlam sistemi olmaksızın doğal dünyayla ve hayatın doğal zincirinden kopartılmış olarak dünyayla yüzleşmelidir. Rahatsız edici sorular sormak için çok fazla zamanımız var.

İş ya da ondan geriye kalanlar artık anlam sağlamaz. Olağanüstü derecede verimli bir hayal gücü bile, birçok yaygın modern çalışma şeklini yaratıcı potansiyelle dolduramaz. Örneğin, bir montaj hattı işçisi, yapılan işte yaratıcılığını gösterme şansı olmamakla kalmaz, sistematik olarak kendini fabrikanın makinelerinin düşünmesi gerekmeyen dişlilerinden biri olarak görmeye başlar. Ayrıca çoğu işin özgül bir değeri yoktur. Uçsuz bucaksız, ziyankar bürokratik sistemlerin katip orduları nasıl olur da yaptıkları işleri yapılmaya değer olarak görebilirler ki? Nüfus patlaması ve bunun kitle iletişiminde açıklanması sonucunda insan çocuk sahibi olup büyütmenin birine, hale de gezegen veya insan ırkına faydalı olacağını nasıl düşünebilir?

Varoluşsal Boşluk ve Varoluşsal Nevroz: Frankl, iki anlamsızlık sendromu aşaması tanımlar: varoluşsal boşluk ve varoluşsal nevroz.

Varoluşsal boşluk (veya varoluşsal hayal kırıklığı) yaygın bir olgudur ve can sıkıntısı, duygusuzluk ve boşluk gibi öznel durumlarla nitelendirilirler. Kişi kinik olduğunu hisseder, yön duygusundan yakınır (“pazar nevrozu”). 

Eğer hasta, açık anlamsızlık duygularının yanı sıra açık klinik nevrotik semptomlar da geliştiriyorsa Frankl, bu durumdan varoluşsal ya da “noojenik” nevroz olarak söz etmektedir. Psikolojik bir boşluk dehşeti olduğunu varsayar: açık (varoluşsal) bir boşluk olduğuda semptomlar orayı doldurmak için hareket geçer. Çeşitli şekillere bürünebilir: alkolizm, depresyon, saplantı, suçluluk, cinselliğin aşırı artışı, aşırı cesaretlilik.

Noojenik nevrozları sıradan psikonevrozlardan ayıran şey, semptomların engellenmiş anlam isteğinin göstergesi oluşudur.

Mücadelecilik: (aynı zamanda “maceracılık” şeklinde de ifade edilir) dramatik ve önemli nedenleri aramak ve kendini onlara adamak biçimindeki güçlü eğilimle belirlenir. Bu bireyler bir mesele arayan göstericilerdir; neredeyse içeriğine bakmaksızın her nedene sarılırlar. 

Mücadelecilik, Salvatore Maddi’nin tarif ettiği şekliyle bir karşıt tepki geliştirmedir; kişi derin bir amaçsızlık duygusuna tepki olarak zorlanmış bir şekilde etkinliklere katılır.

Nihilizm: başkaları tarafından bir anlamı varmış gibi gösterilen etkinlikleri gözden düşürmek için sahip olunan etkin, yaygın eğilimle belirlenir. Nihilistin enerjisi ve davranışı umutsuzluğundan doğar; yıkıcılığı içeren öfkeli bir zevk arayışı içinde olduklarını ifade eder Maddi:

“Sevginin özgecil değil bencil olduğunu, hayırseverliğin suçluluğu telafi etmenin bir yolu olduğunu, çocukların masum değil kötü olduklarını, liderlerin geniş bir hayal gücüyle esinlenen kişiler yerine kendini beğenmiş ve güç delisi insanlar olduklarını ve çalışmanın üretken değil içimizdeki canavarı gizleyen uygarlığın ince kaplaması olduğunu belirtmekte hiç geç kalmazlar.”

Maddi’ye göre nihilizm o kadar yaygındır ki, bir problem olarak kabul edilmez bile; aslında sıklıkla hayata karşı oldukça aydınlatıcı, sofistike bir yaklaşım kılığına bürünür.

Bitkisellik: amaçsızlığın en aşırı derecesidir. Kişi zorlanmış bir şekilde nedenler içinde anlam aramaz; ayrıca başkalarının bulduğu anlamlara öfkeli bir biçimde saldırmaz. Onun yerine, ciddi bir amaçsızlık ve duygusuzluk durumuna girer. Bilişsel bileşeni, hayattaki çabaların herhangi birinin yararına ya da değerine inanmadaki kronik yetersizliktir. Duygusal ton ise, dönemsel depresyonlarla kesilen yaygın bir donukluk ve sıkıntı durumudur. Kişi için hangi etkinliği yaptığı, tabii eğer bir etkinlik yapıyorsa, önemsizdir. 

Bitkisel eğilim, çağdaş kültürde yaygındır. Salvatore Maddi, bitkiselliğin, Antonioni’nin filmleri, T.S. Eliot’un Çorak Ülke’si, Edward Albee’nin Hayvanat Bahçesi Hikayesi, Jean Genet’in Balkon’u gibi sanatsal yaratımlara açık biçimde yansıdığını ileri sürmektedir.

Bu tür hastalar, depresyonun verdiği kuşkular ve isteksizlik sebebiyle terapiye gitmek istemeyebilir. Hasta şu tür kaygılar seslendirir: Eğer her şey ölümle sona erecekse neden bütün hayatımız boyunca çalışma zahmetine giriyoruz? Neden hayatımızın yarısını okula giderek geçiriyoruz? Neden evleniyoruz? Neden yoksunluğa katlanıyoruz? Bütün değerler keyfi, bütün amaçlar hayali değil mi?

Eğer durum kontrol edilmeden devam ederse hasta daha derin bir kayıtsızlığa gömülür. Bir münzevi, alkolik veya berduş haline gelerek ya da bunlarla benzer başka bir hayat örüntüsü geliştirerek hayatla bağlantı kurmaktan kaçınır. 

Zorlantılı Etkinlik: En yaygın görülen klinik şekillerinden biri, anlam konusunun zehrini akıtıp bitirecek şekilde bireyin enerjisini tüketen delice etkinliktir. Bu örüntü mücadelecilikle ilişkilidir, ama alanı daha geniştir. Yalnızca bazı dramatik toplumsal nedenler değil, herhangi bir zorlayıcı insani etkinliğe öylesine fazla ruhsal enerji yüklenir ki anlamın bir taklidi olarak hizmet eder. James Pike’ın hayatın “yanlış merkezlendirilmesi” dediği bu olgu, genellikle anlam aracı çöktüğünde veya ciddi bir çöküş tehlikesi içinde olduğunda klinisyenin dikkatini çeker.

Çocukluğundan beri, boş zamanlarında bile, babasının iş yerinde çalışarak 30’unda birkaç milyon dolarlık bir servetin sahibi olan Harvey, kendini bir anlam krizinin içinde bulur.

Harvey’i anlam bunalımına sokan olay , hayat amacına başarıyla erken yaşta ulaşmış olmasıydı (kendini aşmaya yönelik olmayan hayat anlamı şemasında her zaman bir tehlike vardır). Bu bunalımı hızlandıran diğer olaylar, bireyi, kendi varoluşsal durumuyla karşı karşıya bırakan ve birçok anlam sisteminin dayanıksız yapısını aydınlatan ölüm veya bazı acil (sınır) deneyimleriyle yüzleşmeyi içerebilir.


Birey, hayatla ilk kez zorlantılı etkinlik olmaksızın yüz yüze gelince hayat ona yavan, renksiz, tatsız ve hepsinin üstünde anlamsız gelir. O zaman terapideki zamanın çoğu, amacın keşfine, kişinin içsel bilgeliğinin hayatının temelinin ne olması gerektiğini söylediğini bulmaya adanır.

9 Mart 2018 Cuma

Duygusal Cesaretin Önemi, Susan David, TED 2018

“Sawubona”

Zulu dilinden birebir çevrildiğinde anlamı o kadar güzel ki:
“Seni görüyorum ve görerek seni var olmaya davet ediyorum”.

Peki kendimizi görmemiz için ne gerekiyor?
Çünkü iç dünyamızdaki mücadelemiz, nasıl sevdiğimizden nasıl yaşadığımıza kadar, her şeyi yönetiyor. 

Duygularımızın, iyi-kötü olduklarına dair fikirlerimiz kalıplaşmış. Bu kalıplaşma zehirleyicidir. Gerçek dayanıklılık ve kendimizi geliştirmek için iyi bir duygusal çevikliğe ihtiyacımız var.

Benim hikayem Güney Afrika’nın apartheid rejiminde başlıyor.

Babamı 42 yaşında kanserden kaybettiğimde, ortaokula gidiyordum. Onu sevdiğimi söyledim, hoşçakal dedim ve yola koyuldum. Okulda matematik problemi çözerken babam bu dünyadan gidiyordu. Okul boyunca, her zamanki gülümsememi takındım. Tek bir not düşürmedim. Nasıl olduğum sorulduğunda omuz silkip “iyiyim” diyordum. Güçlü olduğum için övgü alıyordum. İyi olmanın efendisi olmuştum.

Ama evde işler hem maddi hem manevi yönden kötüye gidiyordu. Babam, hastalığı boyunca küçük işletmesini idare edememişti. Alacaklılar kapıya dayanmıştı. Annem, hayatının aşkının yasını tutarken bir yandan da üç çocuk büyütmeye çalışıyordu. 

Hızlı bir şekilde izole olmaya başladım. Acımın ağırlığını reddediyordum. Aşırı yemek yiyerek bastırmaya çalışıyordum. Kimse bilmiyordu ve olumlu olmaya değer veren bir kültürde kimse bilmek dahi istemiyordu.

Ancak bir kişi, benim bu zafer hikayeme inanmadı. 8. sınıf öğretmenim bana boş bir defter verdi ve “Ne hissediyorsan yaz”, dedi. “Doğruları söyle. Kimse okumuyormuş gibi yaz.”. İşte bu şekilde yas ve acımı göstermeye davet edilmiştim. Basit bir işti ama benim için devrim gibi etki yaptı.

Dünya Sağlık Örgütü’ne göre depresyon, küresel çapta hastalıkların önde geleni; hem kanserin hem de kalp hastalıklarının önünde. İnsanların nasıl daha fazla duygularını bastırma eğiliminde olduğunu görüyoruz.

Kendi aklımızda sıkışıp kalmışız. Bir yandan da duygularımız düşünmekle meşgulüz. Haklıyız veya mağduruz. Sonunda ancak, makul bulduğumuz duygulara izin veririz.  

Üzüntü, sinirlilik, yas gibi hisleri “kötü duygular” olarak nitelendiriyoruz. Bu hislere sahip olduğumuz için kendimizi yargılıyoruz. Aynılarını çocuklarımız gibi sevdiklerimize de yapıyoruz. Negatif görülen hislerden utanmalarına sebep oluyoruz ve aslında değerli olan bu hisleri görmelerinde onlara zarar veriyoruz.

Pozitif olmak, bugün yeni bir etik doğruluk biçimine dönüştü. Kanser hastalarına ilk söylenen şey pozitif olmaları. İnsanlara sinirlenmemeleri gerektiği söyleniyor. Bu bir zorbalık. Pozitifliğin dayatılması. Acımasızca. Kaba ve etkisiz. Bunu hem kendimize hem de başkalarına yapıyoruz.

Yanlış pozitiflik ve ötelemenin ortak bir noktası varsa o da şu: hepsi kalıplaşmış tepkiler. Apartheid’in ayrımcılık geçmişinden öğrendiğimiz şey, kalıplaşmış inkarın işe yaramadığıdır. Sürdürülemez. Ne bireyler ne aileler ne de toplumlar için.

Duygusal bastırma araştırmaları duyguların ötelendiği veya görmezden gelindiği durumlarda daha da güçlendiklerini gösteriyor. Buzdolabındaki o leziz çikolatalı kek gibi... Siz görmezden geldikçe rüyalarınızı daha çok süslüyor. Görmezden geldiğinizde o duyguların kontrol altında olduğunu sanıyorsunuz ama aslında onlar sizi kontrol ediyor.

Yanlış pozitiflik adına normal duyguları öteleştirdiğimizde dünyayla başa çıkacak yetileri geliştirecek kapasiteyi de kaybediyoruz. Yüzlerce insan bana ne hissetmek istemediklerini söyledi: 
“Denemek istemiyorum çünkü hayal kırıklığı istemiyorum.” veya “Bu hissin gitmesini istiyorum.”
Onlara, “Anlıyorum”, diyorum. “Fakat ölü bir insanın amaçları bunlar.”
Yalnızca ölü insanlar istenmeyen veya uygunsuz hislere kapılmazlar.
Yalnızca ölü insanlar strese girmez, kalpleri kırılmaz, başarısızlıkla gelen hayal kırıklığını yaşamazlar. Zor duygular hayatla yaptığımız anlaşmanın bir parçası. Stres ve rahatlık yaşamadan ne anlamlı bir kariyer yapabilir ne aile yetiştirebilir ne de dünyaya bir iyilik yapabilirsiniz. Rahatsızlık anlamlı bir hayata kabul edilmenin bedeli.

Peki bu kalıplaşmışlığı bozarak duygusal çevikliği nasıl başarırız? O genç yaşta, boş sayfalara yönelirken, ne hissetmem gerektiğiyle ilgili düşünceleri kafamdan çıkarmaya çalışıp gerçekten hissettiklerimi yazmaya odaklandım: Acı. Yas. Kaybetme. Pişmanlık.

Artık araştırmalar gösteriyor ki dayanıklılık ve gerçek mutluluğun temel taşı, tüm duygularımızı radikal bir şekilde kabullenmek, karışık ve zor olanlar dahil. Bunun yanında, duyguları doğru adlandırmak da önemli. En sık duyduğum söz “Stresliyim.”. Stres ve hayal kırıklığı ile stres ve “yanlış kariyerdeyim.” demek arasında dünya kadar fark var. Duygularımızı doğru etiketlediğimizde hislerimizin asıl nedenini çok daha iyi fark ediyoruz. 

Duygularımız, bizim için anlamlı olan şeylere ışık tutuyorlar. Haberleri izlediğinizde sinirleniyorsanız bu, eşitlik ve adalete değer verdiğinizin işareti. Ayrıca, hayatınızı o yönde şekillendirmeniz için aktif adımlar atmanız için bir fırsat. Zor duygulara açık olduğumuz zaman, değerlerimizle bütünleşmiş tepkiler verebiliyoruz.

Ama elbette duygular veridir, talimat değildir. Onların emrinde hareket etmeden de onların değerini kullanabiliriz. Tıpkı oğlumun, küçük kız kardeşine duyduğu öfke yüzünden onu, alışveriş merkezinde gördüğü ilk yabancıya verme isteğini gerçekleştirmemesi gibi.

Uygulamada bu nasıl oluyor peki? Güçlü, sert bir duyguya kapıldığınızda o duygudan kurtulmak için acele etmeyin. Bu duygu size ne söylüyor? ''Sinirliyim'' veya ''Üzgünüm'' gibi şeyler söylememeye çalışın. ''Buyum'' dediğiniz zaman Duygu sizmişsiniz gibi oluyor. Oysa siz sizsiniz, duygularınız ise veri. Var olan duyguyu olduğu gibi fark etmeye çalışın: ''Üzüldüğümü fark ediyorum.'' veya ''Sinirlendiğimi fark ediyorum.'' 

Şu soruları sormalıyız: “Duygum bana ne söylüyor”, “Beni değerlerime hangi hareket götürecek?”, “Beni değerlerimden hangi hareket alıkoyacak?”.

İnsanlar, duygusal gerçekliklerini hissedebildiklerinde yakınlaşma ve yaratıcılık ortaya çıkıyor. Duygusal çeviklik; duygularınıza merak, anlayış ve özellikle cesaretle değerlere doğru adım atma yeteneği.

Ben küçükken, ölümden korkarak geceleri uyanırdım. Babam sırtıma vurarak ve beni öperek rahatlamamı sağlardı. Ancak hiç yalan söylemezdi. “Hepimiz öleceğiz, Susie”, derdi. “Korkman normal.” Ben ve gerçeklik arasına bir tampon koymaya çalışmadı. Bana cesaretin, korkunun olmaması değil, korkuya doğru yürümek olduğunu gösterdi. 10 yıl gibi kısa bir süre içinde öleceğini ikimiz de bilmiyorduk. İkimiz için de bu zaman çok değerli ve çok kısaydı. 

Ancak kırılganlığımızla yüzleşeceğimiz o kaçınılmaz an kapımıza dayandığında bize şunu soracak; ''Hazır mısın?'' ''Hazır mısın?'' O anın ''evet'' olmasına izin verin. Kalbinizle hayat boyu yazışmanızdan doğan bir evet olsun. Ve kendinizi görmekten. Çünkü kendinizi görerek başkalarını da görüyorsunuz: kırılgan, güzel bir dünyada ileriye doğru sürdürülecek tek yol. Sawubona.


4 Mart 2018 Pazar

Aşk: Onu Yanlış Yapıyorsunuz, TED Talk 2012

Aşk nedir? Derin sevgi duymak mı?
Atımı sevebilirim, spor yapmayı sevebilirim, mandalinayı sevebilirim, eşimi sevebilirim.
Ama mandalinayı sevdiğim için mandalina bana karşı bir şey hissetmez.
Öyleyse aşkı, "arzulanmayi arzulamak" olarak tanımlayabiliriz.
Dolayısıyla sevginin ebedi sorunu: nasıl istenen olunur ve kalınır?
Bireysel isteklerin serbest piyasasında her gün kendi degerimin pazarlığını yapıyorum.
Arzu ediliyor muyum? Ne kadar arzu ediliyorum? Kaç insan beni sevecek?

Peki insan bu kaygiya nasıl tepki verir? Arzu edilmenin sembollerini toplayarak.
Bunu, cazibe sermayesi olarak adlandırıyor konuşmacı.
Bugün toplumumuz, büyük ölçüde cazibe sermayesine dayanıyor.
Zihinlerle iletişim kurabilmek için kendimizde cazibe sembollerini birleştiriyoruz.
Bunu, onları baştan çıkarmak için, onların bizi sevmeleri için yapıyoruz.
Tabii ki bu cazibe rekabeti, her şiddetli yarışta olduğu gibi narsisistik memnuniyette büyük eşitsizlikler yaratıyor ve bu nedenle çok sayida yalnızlık ve hayal kırıklıkları ortaya çıkıyor.
Peki, diyor konuşmacı. Değerli hissetmek için arzulanmaya ihtiyaç duymayı nasıl aşabiliriz?
Çözümü basit: Faydasız olduğumuzu kabul edelim. Ancak başkası tarafından arzulaninca değer kazanacağımizi düşünmemiz, faydasız olduğumuzun ispatı.
Hepimiz idol rolüne girmişiz. Aslında hepimiz biraz, sokakta tamamen rahat ve ilgisiz görünürken tüm gözlerin üzerinde olmasını öngören ve hesaplayan biri gibi sahtekariz.
Konuşmacıya göre bunun farkında olmak, aşk ilişkisini değiştirecektir.
Mükemmel olmak istiyoruz ki sevilelim ve karşımızdakinin mükemmel olmasını istiyoruz ki değerimizi güvence altına alalim. Sonra mükemmel imajıni bozacak ufak bir hatada çiftler ayrılmaya gidiyor.
Mükemmel bir çift olma arzusu yerine, hassasiyeti ve kendinle dalga geçmeyi vurguluyor konuşmacı. Kişinin zayıf yönlerini kabul ederek sev ve kendinle alay etmeyi bil.

Dürtmek (Nudge), Nobel İktisat Ödülü 2017

Bildiğiniz gibi, bu sene iktisat Nobeli, davranışsal iktisada katkılarından dolayı Richard Thaler'e gitti.
Peki, nedir bu davranışsal iktisat ve Thaler'in bu konuya katkıları?
Bilkent İktisat hocası Princeton Doktoralı Refet Gürkaynak'ın yazısını özetledim:
Davranışsal iktisat, insanların rasyonel olduklarını varsaymadan nasıl davrandıklarına bakar ve bu verileri alarak iktisat politikası geliştirir.
1
Thaler bu alanda, "dürtmek" (nudging) adını verdiği, küçük davranış değişiklikleri yaratarak insanları daha iyi kararlar almalarını sağlayan çalışmalarda bulunuyor.
Örneğin bir seçeneği iki farklı şekilde söylemek mümkün:
"Şimdi değil sonra emekli oluırsan ayda 200 lira kazancın olur." ya da
"Sonra değil şimdi emekli olursan ayda 200 lira kaybın olur", şeklinde.
Verilen bilgi tamamen aynı olduğu için rasyonel insanın iki durumda da aynı kararı almasını bekleriz. Ancak insanlar, bilgi ilk şekilde verildiğinde
"200 lira kazanç olmayıversin" diye erken emekli olmaya, ikinci şekilde verildiğinde
"aman kaybım olmasın" diyerek emekliliklerini ertelemeye meylediyorlar.
Buna, "kayıptan kaçınma ve çerçeve etkisi" deniyor.
Daniel Kahneman ve Amos Tversky'nin psikoloji deneyleriyle biliniyor. Bu çalışmalarını yayınladığı bestseller Hızlı ve Yavaş Düşünme ile Kahneman, Nobel İktisat ödülünü aldı (psikoloji Nobeli olmadığı için:).
2
Thaler'ın bir başka ünlü işi, Knetsch ve Kahneman ile düşünmüş oldukları diktatör oyunu. Burada birbirini tanımayan ve görmeyecek olan iki kişiden birine bir miktar para veriliyor ve parayı diğer oyuncuyla serbestçe bölüşmesi isteniyor. Diğer oyuncunun söz hakkı yok. Sadece kendisini düşünen kişinin, tüm parayı alıp gitmesi beklenir ama epey "diktatör" parayı eşit paylaştırıyor. Dolayısıyla insanların bir bölüşüm ve adalet derdi olduğunu, hatta imkanları olduğunda "adil" davranmayanları cezalandırmak için maddi maliyetler yüklenmekten de kaçınmadığını anlıyoruz.
3
Thaler'ın başka bir katkısı da öz kontrol konusunda. Bunu, insanların, gelecekteki kendilerine güvenmemeleri olarak anlamak mümkün. Eve gelen misafirin getirdiği pasta için "al kalanını yaynında götür, burada kalırsa dayanamayıp hepsini yerim ve kilo alırım" demek bunun bir örneği. Aynı insan, tasarruf etmek isterken de maaşını alınca dayanamayıp harcayacağını düşünüyorsa, gelecekteki kendisine güvenemediği için kendisini tasarruf yapmaya teşvik edecek sistemler arayışına gitmek isteyebilir. Böyle durumlar için, insanları uygun davranışlara doğru "dürtecek" iktisadi yapılara, teşvik sistemlerine ihtiyaçları var.
Thaler'ın önemli bir özelliği, bu sistemler üzerine çalışması.


Kaynak: Refet Gürkaynak, Bilkent İktisat
https://sarkac.org/20…/…/2017-iktisat-nobeli-richard-thaler/

Neden Hepimiz Duygusal İlk Yardım Çalışmalıyız?, Guy Winch, TED Talk 2014

"Aa, canın mı sıkkın? Salla gitsin! İş kafanda bitiyor!".
Bunu ayağı kırık birine söylediğinizi düşünebiliyor musunuz?
"Yürü git ya! Altı üstü bacak!".
Oysa psikolojik yaralanmalar, bedensel yaralanmalardan daha sık başımıza gelir: Reddedilme, yalnızlık veya başarısızlık gibi yaralanmalar...
Peki, zihinsel sağlığımızı korumak için neler biliyoruz?
Örneğin yalnızlık, psikolojimizde derin bir yara açar.
Algılarımızı bozar ve aklımızı karıştırır.
Çevremizdekilerin bizi gerçekte olduğundan daha az önemsediklerini düşündürtür.
Bizi, insanlarla temasa geçmekten korkar hale getirir.
Kalbin dayanılmaz bir şekilde acıyorken kendini reddedilme ve kalp kırıklığı olasılığına neden açasın ki?
Kronik yalnızlık, erken yaşta ölme ihtimaliniizi %14 arttırır.
Yalnızlık yüksek kan basıncına ve kolesterole neden olur.
Bağışıklık sisteminizi baskılar, sizi her türlü rahatsızlık ve hastalığa karşı savunmasuz hale getirir.
Ve eğer yaralandığınızın farkında değilseniz, psikolojik yaraları tedavi edemezsiniz.
Algılarımızı bozan ve bizi yanlış yönlendiren tek şey yalnızlık değildir.
Aslında hepimizin, ne zaman bir düş kırıklığına uğrasak hazırda bekleyen ve tetiklenen bir takım duyguları ve inançları var.
Aklımız ve duygularımız, düşündüğümüz kadar güvenilir arkadaşlar değil.
Daha çok dengesiz bir arkadaşa benziyorlar.
Son derece destekleyici olabilirken aniden sevimsizleşebiliyorlar.
Bir kadın hastam olmuştu.
20 yıllık evlilikten sonra çok çirkin bir boşanma yaşamıştı.
Ve nihayet ilk buluşmasına hazır hale geldi. İnternetten tanıştığı iyi, başarılı ve daha da önemlisi onunla gerçekten ilgileniyor gibi görünen bir adamla şık bir New York restaurantında buluştular.
Buluşmadan 10 dakika sonra adam ayağa kalkıp "senle ilgilenmiyorum" diyor ve gidiyor.
Reddedilmek son derece acı vericidir.
Kadın o kadar incindi ki olduğu yerde kalakaldı.
Tek yapabildiği bir arkadaşını aramak oldu.
Arkadaşı şöyle dedi:
"İyi de ne bekliyordun? Kocaman kalçaların var, söyleyecek ilginç hiçbir şeyin yok, neden yakışıklı, başarılı bir adam senin gibi bir ezikle çıksın?"
Sarsıcı değil mi?
Nasıl bir arkadaş bu kadar acımasız olabilir?
Ama bunları söyleyen bir arkadaş olmadığını söylesem, bu kadar çarpıcı olmazdı.
Bunları kadının kendisi söylüyordu.
Bu hepimizin yaptığı bir şey, özellikle reddedilmenin ardından.
Hepimiz hatalarımızı ve eksiklerimizi, ne istediğimizi, ne yapamadığımızı düşünmeye başlar, kendimize etiketler takarız.
İlginç, özgüvenimiz yara almış durumda. Neden gidip yaraya tuz basıyoruz?
Fiziksel bir yaramız olsa gidip tuz basmayız.
Çünkü duygusal sağlık bilgimizin yetersizliğinden. Psikolojik sağlığımıza öncelik vermediğimizden.
Yapılan onca çalışmadan biliyoruz ki özsaygımız düşükken baskı ve gerilime karşı daha kırılgan oluyor, başarısızlıklar ve reddedilme daha dayanılmaz oluyor ve iyileşmemiz uzuyor.
Üzücü ve olumsuz düşüncelere odaklanıp zamanınızı harcarken kendizini gerçekten önemli bir riske atıyorsunuz: klinik depresyon, alkolizm, yeme bozukluğu ve hatta kalp hastalıkları.
Yüzyıl önce insanlar, kişisel sağlık bilgisi üzerinde çalışmaya başladığından beri yaşam beklentileri %50'nin üzerinde arttı. Birkaç onyıl kadar kısa bir sürede.
İnanıyorum ki hepimiz duygusal sağlık bilgisi üzerinde çalışırsak yaşam kalitemiz de bu kadar çarpıcı şekilde değişecektir.
Daha iyi duygusal sağlığa ulaşmak için özetle:
1- Duygusal acının farkında olun
2- Duygusal kanamayı durdurun
3- Özsaygınızı koruyun
4- Negatif düşüncelerle savaşın
5- Duygusal yaraların etkileri hakkında bilinçlenin

Hayatta Mutlu Olmaktan Fazlası Var, Emily Esfahani Smith, TED Talk 2017

Hayatın tüm amacının mutluluğun peşinden koşmak olduğunu düşünürdüm. Herkes mutluluğa giden yolun başarı olduğunu söylüyordu, bu yüzden o kusursuz işi, mükemmel erkek arkadaşı ve güzel daireyi aradım. Fakat tatmin olmuşluk duygusu yerine kaygılı ve savrulmuş hissettim. Tek başıma değildim; arkadaşlarım da bununla mücadele ettiler.
Hayat, akla gelen her standarda göre daha da iyileşmiş olsa da daha çok insan umutsuz, yalnız ve mutsuz hissediyor. İnsanların içini kemiren bir boşluk var ve bunu hissetmek için klinik depresif olmanıza gerek yok. Eninde sonunda bence hepimizin merak ettiği: Her şey bundan ibaret mi? Araştırmaya göre bu çaresizliği öngören şey mutluluğun eksikliği değil. Bu başka bir şeyin eksikliği, hayattaki anlam eksikliği.
Hayatta mutlu olmaktan fazlası var mı? Mutlu olmak ve hayatın anlamı olması arasındaki fark ne? Pek çok psikolog mutluluğu, o andaki iyi hissetme ve rahatlık hali olarak tanımlıyor. Ancak anlam, daha derin. Ünlü psikolog Martin Seligman'e göre anlam, kendinin ötesindeki bir şeye hizmet etmekten ve ait olmaktan ve içindeki en iyiyi geliştirmekten geliyor. 
Hayatımızı nasıl daha anlamlı yaşayabiliriz?
İlk madde, ait olma. Aitlik, size sadece siz olduğunuz için değer veren ve sizin de değer verdiğiniz insanlarla ilişki içinde olmanızdan gelir.
İşte size bir örnek. Her sabah arkadaşım Jonathan New York'taki aynı sokak satıcısından bir gazete alıyor. Bir keresinde Jonathan'da bozuk para yoktu, ve satıcı dedi ki "Dert etmene gerek yok." fakat Jonathan ödemek için ısrar etti, bu yüzden dükkana gitti ve bozukluğu tamamlamak için ihtiyacı olmayan bir şey aldı. Satıcıya parayı verdiğinde satıcı geri çekildi. İncinmişti. İçten bir şey yapmaya çalışıyordu ama Jonathan onu reddetti.
Bence hepimiz insanları farkında olmadan küçük yollarla incitiyoruz. Ben de öyle. Tanıdığım birinin yanından geçiyorum ve tanımıyor gibi yapıyorum. Biri benimle konuşurken telefonuma bakıyorum. Bunlar başkalarına değer vermemektir. Onları görünmez ve değersiz hissettir. Ancak sevgiyle yaklaştığınızda, ikinize de iyi gelen bir bağ kurulur.
İkinci madde, amaçtır. Amacınızı bulmakla sizi mutlu eden işi bulmak aynı şey değildir. Amaç ne istediğinizle değil, ne verdiğinizle ilgilidir. Amaçta önemli husus güçlü yanlarınızı başkalarına yardım etmede kullanmanız. Bu sayede katkı koyar ve ihtiyaç duyulduğumuzu hissederiz. Amaç, size yaşayacak bir sebep, sizi ileriye taşıyacak bir neden sunar.
Anlamın üçüncü maddesi de kendinizi aşmakla ilgili ama tamamen farklı bir şekilde: aşkınlık. Aşkınlık durumları kendinizi günlük hayat karmaşasından çok üstte hissettiğiniz o nadir anlardır, benliğiniz solmaya başlar ve çok daha yüksek bir gerçeklikle bağ kurarsınız. Konuştuğum birine göre, aşkınlık sanat görmekten doğdu. Bir diğeri için kilisede bulunmak. Benim içinse, yazı yazarak, çünkü ben yazarım. Bazen öylesine kapılıyorum ki zaman ve mekan hissimi kaybediyorum. Bu aşkınlık tecrübeleri sizi değiştirebilir.
Aitlik, amaç, aşkınlık. Belirlediğim dördüncü madde, insanları şaşırtıyor genelde. Dördüncü madde, hikâyenizi anlatmak, kendinize kendinizle ilgili anlattığınız hikâye. Hayatınızda yaşananlardan bir anlatım çıkarmak, belirginlik kazandırır. Nasıl kendiniz olduğunuzu anlamanıza yardım eder. Kendi hikâyelerimizin yazarı olduğumuzu ve bunu anlatış şeklimizi değiştirebileceğimizi unutuyoruz. Hayatınız bir dizi olaydan ibaret değil. Hikâyenizi düzenleyebilir, yorumlayarak yeniden anlatabilirsiniz, gerçeklere bağlı olsanız bile.
Peki insanlara hikâyelerini değiştirten şey ne? Kimisi bir terapistten yardım alır bunu kendi başınıza da yapabilirsiniz, sadece hayatınızı gözden geçirerek, tecrübeleriniz sizi nasıl şekillendirdi, ne kazandınız ve kaybettiniz. Hikâyeniz bir günde değişmeyecek: Yıllar sürebilir ve çok zor olabilir. Sonuçta hepimiz acı çektik ve hepimiz mücadele ediyoruz. Fakat acı veren o anıları sahiplenmek bize anlayış ve bilgelik kazandırabilir, böylelikle bizi ayakta tutan iyiyi bulabiliriz.
Anlamlı bir hayat yaşamak uğraş gerektirir. Bu devam eden bir süreç. Her geçen gün sürekli hayatımızı oluşturuyoruz, hikâyemize katkı yapıyoruz. Bazen de amacımızdan savrulabiliriz.
Anlamın gücü bu. Mutluluk gelip geçicidir. Hayat gerçekten güzel ama bir şeyler kötü giderken amacın olması size tutunacak bir şey veriyor.

Özgürlüğün Vertigosu, Rollo May

Kişisel özgürlük, daha önce hiç yürümediğimiz yollarda tehlikeye atılmak olduğundan, bu tehlikenin ileride neye benzeyeceğini asla bileme...