“Olmak ve de olmamak: Bu bölümün başlığındaki ‘ve de’ ifadesi bir dizgi yanlışı değildir, intihar noktasında birinin tek ve son seferliğine yaptığı bir seçim de değildir; bu ifade, bir ölçüye dek, her an her saniye yapılan bir seçimi yansıtır.”
Söze bir kimseyi tanımanın ne olduğuyla başlıyor. Kişinin davranışlarında etkin olan itki ve mekanizmalara ait edindiğimiz bilgiler, kişiyle yüz yüze gelene kadar havada kalacaktır, diyor.
Ve Sartre’dan, biri hakkındaki teori ve etiketlemelerimizin, o kişiyi olduğu gibi görmemizin, dolayısıyla onu gerçek manada tanımamızın önünde engel teşkil ettiğini ifade eden alıntıyı paylaşıyor:
“Eğer insanı analiz edilmeye yatkın ve özgün verilere, belirli itkilere ( ya da “arzulara”) indirgenebilen, bir özne tarafından bir nesnenin özellikleri olarak taşınan bir şey olarak ele alırsak, elimize ancak dayatmacı bir töz sistemi geçer ki bunu da daha sonra mekanizmalar veya dinamikler ya da örüntüler olarak adlandırırız. Fakat kendimizi bir ikilemin de içinde buluruz. Bizim insan, tutkuları edilgen bir biçimde kabul eden, adeta kararsız bir hamur haline dönüşmüştür. Ya da artık daha fazla indirgenemeyecek oalan itkiler de eğilimlerden oluşan basit bir demet haline indirgenecektir. Her iki durumda da insan gözden yiter şu ya da bu deneyimi yaşayan “o kişiyi” artık göremeyiz.”
Bu eğilimi, “belirli bir kategoriye sokulamayan ya da sayılamayan şeyler”den kaçınma olarak tarif ediyor:
“Matematikselleştiremediğimiz bir şeyin ya da deneyimin gerçek olmadığı yönündeki o eski inanç, kültürümüze hâlâ hakimdir. Ya da rakamlara indirgenebilen şeyler gerçektir, diye düşünülür.”
Sayılamayan ve bir kategoriye konulamayan şeylere örnek olarak, “sevgi”yi ve “bilinç”i gösteriyor. Yine de bu durumun, bizim onları anlama çabamızdan vazgeçirmemesi gerektiğini söylüyor.
Bunlardan sonra, varlık duygusuna geliyor.
Varlığı şu şekilde tanımlıyor:
“Başından çeşitili deneyimler geçen e ne kadar ufak olursa olsun, bu kuvvetlerin onun üzerinde çeşitli etkilerde bulunduğunu fark edecek kadar özgürlüğü olan kişideki sonsuz karmaşıklıktaki bir dizi belirlenimci unsuru oluşturan şeydir. Burası, kişinin tepki vermeden önce, duraksama ve dolayısıyla tepkisinin ne yönde olacağını tartma yeteceğine potansiyel olarak sahip olduğu alandır. Bu nedenle burası, onun yani insanın, hiç de itkilerin ve önceden belirlenmiş davranış biçimlerinin bir derlemesi olmadığını gösteren alandır.”
İnsan varoluşu anlamak için kullandığı terimi Dasein olarak belirtiyor. “Sein” (olmak) ile “da” (orada) sözcüklerinin birleşimi olduğunu açıklıyor.
Varlık duygusunun yitiminin, kolektivist yönelimlere ve konformist eğilimlere bağlıyor.
Varlığı İngilizce olarak şu şekilde açıklamaya devam ediyor:
“Okurlar, ‘being’ sözcüğünün İngilizce’de bir ortaç (sıfat-fiil) olduğunu, birinin bir şey olma sürecinde bulunduğunu gösteren bir fiil hali olduğunu akıllarında tutarlarsa ‘human being’ teriminin tam anlamı daha net anlaşılacaktır. … Oysa ‘being’ genel bir isim olarak kullanıldığında ‘potentia’ ya da potansiyellik kaynağı olarak anlaşılmalıdır; ‘being’ palamudu meşeye dönüştüren ya da bizleri gerçekte neysek ona gönüştüren potansiyel, gizli güçtür. Ama ‘a human being’ gibi özel bir şekilde kullanıldığında, birinin bir süreç içinde olduğunu gösteren dinamik bir yan anlam taşır; kişi bir şey olma sürecindedir.”
İnsanın varlığındaki öz-bilinç’in önemini vurguluyor:
“İnsan (veya Dasein), eğer kendisi olmak istiyorsa, kendisinin farkında olması gereken, kendisinden sorumlu olması gereken özel bir varlıktır.”
Öz farkındalığına dair Pascal’ın şu sözünü de aktarıyor:
“İnsan yalnızca bir sazdır; doğada yaşayan ve dokunsalar kopacak bir saz; ama düşünen bir sazdır. Onu imha etmek için tüm evrenin silah kuşanmasına gerek yoktur: Bir buhar, bir damla su onu öldürmeye yeter. Ama evren onu parçalayacaksa bile insan yine de onu katledenden daha soylu olacaktır, çünkü o öleceğini bilir, evrenin ona karşı avantajını da bilir: Oysa evrenin bunların hiçbirinden haberi yoktur.”
İnsanın kendi varlığının farkında olup, var olmayı seçmesinin ne demek olduğunu, dramatik bir vakayı örnek vererek açıklıyor:
<< Gayri meşru bir çocuk olarak doğmuştu. Annesi, öfkelendiği zaman ona sık sık nereden geldiğini hatırlatır, onu aldırmak için ne kadar uğraştığını tekrar tekrar anlatır ve sıkıntılı zamanlarda küçük kıza şöyle bağırırmış: “Sen doğmasaydın bunlar başımıza gelmeyecekti!”. Aile kavgalarında ise akrabaları onu, “Sen neden kendini öldürmedin?” ve “Doğduğun gün senin boğdurulup ölmen lazımdı!” diye azarlarlarmış. Hasta, daha sonraları kendi gayretleriyle eğitimli bir genç kadın olmuştu.
Terapinin dördüncü ayında hasta şöyle bir rüya gördü: “Bir sürü insanın olduğu, kalabalık bir yerdeydim. Hiçbirinin yüzü yoktu; gölge gibiydiler. Sanki sadece insanlardan oluşan çok kalabalık bir ortamdı. Sonra kalabalığın içinde birinin bana şefkat gösterdiğini gördüm.”. Bir sonraki seansta, aradan geçen günler içinde, olağanüstü önemi bir deneyim yaşadığını aktardı. İki yıl sonra hatıralarını yazdığı ve notlar tuttuğu metni aktarıyoruz:
“Bir gecekondu mahallesindeki o soylu yolların altında yürüdüğümü hatırlıyorum. Kafamdan şu düşünce geçiyor: ‘Ben gayri meşru bir çocuğum.’. Bu gerçeği kabul etmek için ıstırap içinde ter döktüğümü hatırlıyorum. Sonra kabullenmenin nasıl bir şey olduğunu anladım. ‘Ayrıcalıklı beyazların arasında bir zenciyim ben’ veya ‘Görebilen insanların arasında bir körüm ben.’. O gece, sonradan uyandığımda bana şöyle geliyordu: ‘Gayri meşru bir çocuk olduğum gerçeğini kabul ediyorum.’ Ama, ‘Ben artık bir çocuk değilim.’ O halde şöyle, ‘Ben gayri meşruyum.’ Aslında öyle de değil: ‘Ben gayri meşru bir çocuk olarak doğdum.’ Geriye ne kalıyor? Geriye kalan şu: ‘Ben varım.’ ‘Ben varım’ ile gelen bu temas ve kabulleniş bir kez yakalandı mı (ki bu, sanırım, hayatımda ilk defa oluyordu) bana ş deneyimi de getirmişti: ‘Var olduğuma göre, olmak hakkına da sahibim.’
Bu nasıl bir deneyim mi? Çok temel bir his; sanki evimin tapusunu almışım gibi. … kendi varlığımı bulmak ve kendimle bütünleme deneyimi. Sinderella’nın ayakkabısını alarak tüm dünyayı dolaşıp o ayakkabıya uyan ayağı bulmaya çalışmak ve birdenbire ona uyan tek ayağın kendi ayağım olduğunu görmek gibi … Kişinin kendi benliğine teori gibi kalmasına son vermek gibi.>>
Vaka hakkında 4 yorum bildiriyor.
Birinci yorumunda, “varım” deneyiminin çözüm değil, çözümün önkoşulu olduğunu söylüyor. Burada, hastanın kendinin önemli olduğunu gösteren kanıtları görmüş olsa da derinlerde hala “ben varım, o halde düşünüyorum, eyliyorum” inancını içselleştiremeyebileceğine karşı dikkatli olunması gerektiğini vurguluyor.
İkinci yorumunda, terapist gibi bir otorite tarafından kabul edilmesinin, hastayı, dünyada var olmak için vereceği savaş için yüreklendireceğinin altını çiziyor.
Ve en önemli soruya gelindiğini ifade ediyor: Birey, kendi varoluşunun farkındalığı ve sorumluluğu ile ne yapacaktır?
Üçüncü yorum, sosyal ve etik normların varoluştaki etkisine dairdir. Zorlanımlı ve katı ahlakçılığın, kişilerde varlık duygusunun bir eksikliği olarak çıkacağını ifade ediyor:
“Katı ahlakçılık, bireyin kendi seçimlerinin yaptırımı olabileceğine dair temel bir güvenceye sahip olmadığı durumlarda, harici yaptırımları devreye sokma yönünde kendini ikna etmesidir.”
Ve, öz saygı, uzun vadede sosyal onaylanmaya dayanmak zorundaysa, aslında o öz saygı değil daha karmaşık türdeki bir sosyal konformitedir, diyor.
Dördüncü olarak ise, “ben varım”dan “egonun işlevselleşmesi”nin anlaşılmaması gerektiğini açıklıyor. Burada, psikanalizdeki ego kavramının ayrıntılarına giriyor:
“Varlık, ‘ben özneyim’, demek değil, ‘kendimin, pek çok diğer şeyin yanı sıra olmakta olan bu şeyin öznesi olduğunu bilebilen varlığım,” demektir.”.
Varoluş farkındalığının, var olmamanın farkındalığıyla artacağını söylüyor. Ve ölüm farkındalığının, bunun en etkili biçimi olduğunu ifade ediyor.
Varlıksızlıkla yüzleşememenin sebebini, bu kaygıdan kaçmak için konformizme kaçmak, yani bireyin, bir grupta bireysel var oluşunu feda ederek gruba uyum sağlamak olarak belirtiyor.
Nietzsche’nin de “iktidarsız insan” derken anlatmaya çalıştığının bu olduğunu vurguluyor. Yani kişiye kaygı veya potansiyel düşmanlık yaratacak olaylardan kaçarak saldırganlığını baskılayıp, uyuşturulmuş bir şekilde yaşamak. Buradaki saldırganlıkla, nevrotik bir biçimi kastetmediğini de ekliyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder