Kitap, savaş sonrası, karşı kültür kuşağından, kendi deyimiyle Beat Kuşağı’ndan genç yazarların 1947-1950 yılları arasında jazz, şiir ve uyuşturucu ana temaları etrafında seyreden yolculuklarını anlatan otobiyografik bir roman.
Beat, “yorgun” (tired), “boyunun ölçüsünü almış” (beaten down) anlamlarına karşılık gelmekte.
Kerouac’ın kendi tabiriyle, 2 katolik kafadarın Amerika’yı boydan boya dolaşarak iyiliği ve Tanrı’yı bulma serüvenini anlatan bir kitap:
“Dean and I were embarked on a journey through post-Whitman America to find that America and to find the inherent goodness in American man. It was really a story about 2 Catholic buddies roaming the country in search of God. And we found him.”
Kerouac, romanı yazarken bölünmemek için kendini bir odaya kapatır. Daktiloda kağıt değiştirmekle uğraşmamak için kağıtları uç uca ekleyerek 36 metrelik bir rulo hazırlar. Kitabı, 3 hafta boyunca yerinden kalkmadan, üzerindeki giysiyi bile değiştirmeden, terleyen alnını silmek için kullandığı peçete yığınının içerisinde, kenar boşluklarına ve paragraflara yer vermeden tamamlar.
Rulo versiyonunda gerçek isimlerine yer verirken, sonradan değiştirdiği versiyonunda isimleri değiştirir (roman à clef), bazı cinsel içerikli sahneleri atar. Paragraflar ve boşluklar ve bazı edebi anlatılar eklemesine rağmen, gözden geçirilmiş versiyonu daha kısa olur.
The New York Times, kitaptan, Beat Kuşağı’nın en güzel ve en açık anlatısı şeklinde bahsetmiştir. Time dergisi, kitabı, 1923-2005 arası İngilizce dilinde en iyi 100 roman arasına seçmiştir.
Bazı Karakterlerin Eşlenmesi
Sal Paradise - Jack Kerouac
Sal’s Aunt - Kerouac’s mother
Dean Moriarty - Neal Cassady
Carlo Marx - Allen Ginsberg
Old Bull Lee - William S. Burroughs
BÖLÜM BİR
Sal, eşinden yeni ayrılmıştır. Bu sırada Dean ile tanışır. Hakındaki ilk gözlemlerinden biri, aydın olmaya çalışan ama hiç gerekli imkanlara kavuşamamış biri olduğudur. Birlikte dışarı eğlenmeye çıkarlar:
“Bağıra çağıra konuşuyorduk, ellerimiz hep havadaydı. Ondaki heyecan beni de sarmaya başlamıştı. Hayattan korkunç zevk alan numaracı bir gençti Dean. Numara yapıyordu, çünkü doya doya yaşamak, başka türlü kendisine ilgi göstermeyecek olan insanlarla ilişki kurmak istiyordu.”
Dean’in o kadar hararetlidir ki, etrafındaki insanlar “Kim bu çatlak!” diye etraflarına bakınırlar.
Dean’in taklit yapması, onun için bir sorun değildir. Onda bir yakınlık hissetmektedir. Doğal bir neşesi vardır. Her şeyi eleştirip somurtan, alaycı ve yorucu entelektüellerden değildir o. Yaşama tutkusuna sahiptir, içinden geldiği gibi davranan biridir.
“Benim adam dediklerim sadece çılgınlardır, yaşama çılgınları, konuşma çılgınları, çok şey isteyen, hiç esnemeyen, beylik laflar etmeyen tipler, yıldızların arasında örümcekler çizerek patlayan ve en ortalarındaki mavi ışığı görenlere ‘Vay canına!’ dedirten o muhteşem sarı maytaplara benzettiğim kişiler …”
Ağustos 1947’de biriktirdiği 50 dolarla Denver’daki Dean ve diğer arkadaşlarıyla buluşmak üzere yola koyulur. Çoğunlukla otostop çekerek ilerler, geçtiği yerlerdeki gözlemlerini aktarır.
“Otostop yapmanın en büyük derdi, sayısız insanla konuşma zorunluluğudur; şöförün sizi aldığına pişman olmamasını, hatta eğlenmesini sağlama zorunluluğudur.”
Seyahatinin bir bölümünde, bir otel odasında uyandığında aklına gelen şu düşünceleri paylaşır:
“Bu, hayatımın en değişik, en garip ânıydı: Kim olduğumu bilmiyordum, evimden uzakta ve yol yorgunuydum, daha önce görmediğim ucuz bir otel odasında yatıyordum. Dışarıdaki buharın ıslığını, otelin eski tahtalarının gıcırtısını işitiyordum. Çatlamış yüksek tavan baktım. Yaklaşık on beş saniye kim olduğumu hatırlayamadım. Korkmuyordum, sadece başka biriydim, bir yabancı. Ve tüm hayatım hayaletlere, ruhlara aitti. Amerika’nın ortasında, gençliğimin doğusu ile geleceğimin batısını ayıran çizginin üstündeyim.”
“Hayatımın en büyük otostopunu yapmak üzereydim. Arkası düz bir kamyon; açıkta sere serpe yatan altı yedi oğlan; içeride de, gördükleri herkesi alan Minnesotalı iki sarışın genç çiftçi, hep rastlamak isteyeceğiniz, mutlu, yakışıklı, saf köylüler, ikisi de pamuklu gömlek ve tulum giymiş, ikisi de kalın bilekli ve içten, yolda karşılaştıkları her şeye, herkese sonsuz bir nasılsın gülümsemesiyle bakan. Koşup ‘boş yer var mı?’ dedim. ‘Tabii, atla, herkese yer var,’ dediler.”
Römorktaki seyahati sırasında yol arkadaşlarından birinin çişi gelir:
“Slim, ‘Hayallah, benim hemen su dökmem şart’ diye söylendi.
Arka taraftan yap, dedi biri.
Evet, öyle yapacağım, dedi Slim ve biz bakaduralım, kıçüstü ağır ağır kasanın arkasına yaklaşıp ayaklarını aşağı sarkıttı. Biri bu manzarayı kardeşler de görsün diye ön tarafına camına vurup duruyordu. Minnesotalılar arkalarına döner dönmez o kocaman gülümsemelerini koyuverdiler ve tam Slim işini görmek üzereyken sırtüstü düştü, havada balina su püskürtüyor gibi bir çizgi gördük.Bizimki tekrar oturma pozisyonuna geçmeye çalışıyordu ki kamyonu savurdular, bu sefer de yana düştü ve üstünü ıslatmaya başladı. Gürültülerin arasından cılız bir sesle küfrettiğini duyduk, sanki karşı tepede bir adam sızlanıyordu: ‘Allah belanı versin… Allah belanı versin…’ Bunu bilerek yaptığımızı düşünemiyordu, Hazreti Eyüp gibi canını dişine takmış, mücadele ediyordu. İşini bitirdiğinde sırılsıklamdı. Mahzunlaşmış bir halde titreye titreye yerine döndü. Melankolik sarışın çocuk dışında hepimiz gülmekten kırılıyorduk.”
Slimle beraber bara giderler. Bar kapanırken orada tanıştıkları iki kızla yürüyüşe çıkarlar. Derken bir otogara gelirler:
“Otobüs garlarının zemini ülkenin her yerinde aynıdır, izmarit ve tükürük dolu, yalnız otobüs garlarında hissedilen bir hüzün verirler insana. Bir an için, dışarıda varolan o çok sevdiğim büyüklük hariç, burasının Newark’tan hiç de farklı olmadığını düşündüm. Yolculuğumun kutsallığını bozduğum için pişmanlık duydum: tutumlu olamadığım, orada burada oyalanıp doğru dürüst eğlenemediğim, şu somurtkan kıza takılıp bütün paramı harcadığım için. Bu düşünce hasta etti beni. Ne zamandır uyumuyordum. İnce ince düşünemeyecek, lanetler yağdıramayacak kadar yorgundum, gözlerim kapanıyordu. Bez çantamı yastık yapıp, oturduğum yere kıvrılıverdim. İstasyonun ve yürüyen, dikilen yüzlerce insanın kulağıma rüyada gibi gelen gürültüleri, uğultuları arasına sabah sekize kadar uyumuştum.”
Denver’da Dean ve Carlo’yla bir ara buluşup ayrılırlar. Tim ile operaya giderler:
“Bana gelince, o öğleden sonra Babe’i koluma takıp operaya konuk olma programı yaptım. Tim’in takım elbiselerinden biri giydim. Birkaç gün önce Denver’a serseri gibi gelmiştim. Şimdi ise, üstümde jilet gibi bir takım elbise, kolumda güzel ve şık bir sarışın, lobide avizelerin altına dikilmiş, önemli kişileri selamlıyor, hoşbeş ediyordum. Mississippi Gene beni böyle görse ne derdi acaba?
Sahnelenen opera Fidelio’ydu. ‘Ne kasvet!’ diye haykırıyordu bariton, inleyen bir taşın altındaki zindandan. Bir ah çektim. Ben de hayatı böyle görüyordum. Eseden o kadar etkilendim ki, br süre için, yaşadığım hayatın çılgınlığın unutup Beethoven’in kederli seslerinde ve hikayesinin zengin Rembrandt renklerinde kayboldum.”
Ertesi akşam Rita’yla buluşur:
“Hayattan ne bekliyorsun, diye sordum, bu soruyu hep sorardım kızlara.
Bilmiyorum, dedi. Sonra esneyerek, Masaların başında dikilmek ve buna alışmaya çalışmak, diye ekledi. Elimi ağzına kapatıp esnememesini söyledim ve hayatı, beraber yapabileceğimiz şeyleri düşünmenin bana ne kadar büyük bir heyecan verdiğini anlatmaya çabaladım kendimce. Sonra da iki güne kadar Denver’dan ayrılacağımı açıkladım. Bezgin bir tavırla arkasını döndü.
Gözlerimiz tavanda, Tanrı’nın hayatı bu kadar keder verici kılarken neyi planladığını düşünüyorduk.”
Remi’yle buluşmak üzere San Francisco’ya gider. Remi kız arkadaşı Lee Ann ile beraber kalmaktadır, Sal’ı da davet eder. Birlikte yaşamaya başlarlar. Remi, bir güvenlik işinde çalışmaktadır. Sal’a da çalıştığı yerde iş ayarlar. Arada, hırsızlık gibi kanunsuz işler yaparlar. Remi, eline para geçtiği zaman elinde tutmayan, bir asilzadeymişçesine giyinmeyi ve gezmeyi seven, eliaçık biridir:
“Bu adamın nasıl bir kalbi olduğunu söylemiştim: o gün çalıntı mallarımızın yarısını kocaman kahverengi bir kese kağıdına doldurup yanına aldı, California güneşi altında bizimkine benzer bir evde yaşayan gariban bir dula vermek için. Üstü başı dökülen düzgün çocukları vardı kadının. Teşekkür etti. Remi’nin uzaktan tanıdığı bir denizcinin kardeşiydi. ‘Bir şey değil Mrs Carter’, dedi Remi en nazik, en ince sesiyle. ‘Bunlardan daha çok var bizde.’”.
Paranın hepsini at yarışlarında bitirir Remi. Kız arkadaşı Lee Ann, bıktım bu heriften, şeklinde sitemde bulunmaya başlar. Ondan ayrılacağını söyler. Remi çok bozulmuştur. İkisinin de kendisini hayal kırıklığına uğrattığını ifade eder. Zira Remi onlar için çalışmış, onlara mutlu etmek için imkanlarını seferber etmiştir. Lee Ann bir şey yapmamaktadır. Sal ise onların evinde kalmasına rağmen, masrafları bile paylaşacak kadar para bırakmamaktadır. Mümkün olduğunca az para harcayıp, kazandıklarının çoğunu halasına göndermektedir. İşler sarpa sarmıştır. Sal, oradan ayrılmanın zamanının geldiğini hisseder. Buna üzülür ama yapacak bir şey kalmamıştır. Remi, onlardan son bir istekte bulunur. Hafta sonu babası gelecektir. Lee Ann’den sevgilisi olarak, Sal’dan da en iyi arkadaşı olarak yemekte ona eşlik etmelerini ister. Babasına iyi bir izlenim vermek istemektedir. Bu bir gurur meselesidir zira. O gün geldiğinde, Sal bara gidip içmekten kendini alamaz. İşten de istifa etmiştir. Yeterince iyi çalışamadığından kovulmasına az kalmıştır zaten. İyice sarhoş olur. Remi’nin babasıyla yemekte saçmalar. Bu sırada aynı lokantada oturmakta olan biraz patavatsız eski dostu Rolan Major, Sal’ı görüp yanlarına oturur. Yemek berbat olmuştur. En sonunda Major’u lokantadan atarlar. Remi de Sal’a, arkadaşına eşlik etmesini önerir.
“Herkesi bağışladım, kendimi bıraktım, sarhoş oldum. Doktorun genç karısına güllük gülistanlık hayatlardan gözettim. O kadar çok içmiştim ki iki dakikada bir tuvalete gitmem gerekiyordu, bunun için de Dr. Boncoeur’ün kucağından atlamak zorundaydım. Olan olmuştu artık. San Francisco’daki günlerim sona ermek üzereydi. Remi bir daha benimle konuşmayacaktı. Bu korkunç bir şeydi, çünkü Remi’yi sahiden çok seviyorum ve onun ne kadar candan, ne kadar baba biri olduğunu bilen sayılı insanlardandım. Kırkınlığının geçmesi yıllar sürecekti.”
Ertesi sabah Remi ile Lee Ann uyurlarken eşyalarını toplayıp sessizce pencereden süzülür Sal. LA otobüsünde, Meksikalı çok hoş bir kız görür. Çaprazındaki koltuğa oturup plan yapmaya başlar:
“Öyle yalnız, öyle üzgün, öyle titrek, öyle kırgın ve öyle asiydim ki, yabancı bir kıza yakınlaşmak için gereken cesareti toplamam zor olmayacaktı. Ama gene de otobüsün hareket etmesinden sonraki ilk beş dakikayı karanlıkta uyluklarıma vurarak geçirdim.
Hadi, hadi, ölüm kalım meselesi bu! Salak herif, konuşsana! Derdin ne? Hâlâ bıkmadın mı şu halinden? Ve pat diye koridordan kıza doğru eğilip (uyumaya çalışıyordu) ‘Hanfendi, yağmurluğumu yastık yapmak ister misiniz’, dedim.
Gülümseyerek yüzüme baktı ve ‘Hayır, teşekkür ederim,’ dedi.
Koltuğuma çekildim, elim ayağım titriyordu, bir sigara yaktım ve bekledim, ta ki kız bana yandan hüzünlü bir sevgi bakışı atıncaya kadar, ve birazdan ayağa kalkıp ‘Yanınıza oturabilir miyim hanfendi?’ dedim.
‘Nasıl isterseniz.’
Ve oturdum. ‘Nereye gidiyorsunuz?’
‘LA’e. Ne hoş söylemişti! Kıyıda yaşayan herkesin ‘LA’ deyişine bayılırdım zaten. LA onların altın şehirleriydi, LA bir yana, dünya bir yana.
‘Ben de oraya gidiyorum!’ diye bir çığlık attım.”
Otobüsteki kızla LA’de beraber yaşamaya başlarlar. Adı Terry’dir. Tarlada çalışırlar. Karınlarını doyuracak kadar kazanırlar. Bir gün otostop çekmek için yol kenarında beklerlerken, ellerinde bayraklarla galibiyeti kutlayan gençlerin oluşturduğu bir konvoy, ‘Yaşasın! Kazandık!’ çığlıklıklarıyla yanlarından geçerler:
“Geçerken bize laf attılar, yolda bir adam ve bir kızla karşılaşmış olmanın sevinciyle. Genç yüzler ve şu ‘genizden gelen genç sesler’ eşliğinde böyle düzinelerce araba izledi birbirini. Hepsinden nefret ediyordum. Kendilerini ne sanıyorlardı? Liseli piçler! Aileleri her pazar öğleden sonra kızarmış biftek yiyor diye yolda rastladıkları insanlara laf atmaları mı lazımdı? Zor koşullar altında yaşayan bir kızla onu sevmek isteyen bir adam görünce gülmeleri mi lazımdı? Bizim derdimiz bize yeterdi. Bir Allah’ın kulu durup binin demiyordu.”
Pamuk toplama deneyimini şöyle aktarır:
“Küçük Johnny bile beni sollamadıysa canım çıksın! Terry’nin hızı ise malum. Benim önümdeydiler, torbama ekleyeyim diye yerde ayıklanmış pamuk öbekleri bırakıyorlardı, Terry gerçek işçi öbekleri, Johnny ufak çocuk öbekleri. Üzüntüyle ilerliyordum peşlerinden. Ne biçim adamdım ben? Kendi kıçımı toparlayamıyordum ki onlara bakayım! Bütün öğleden sonrayı benimle geçirdiler. Güneş kızarırken üçümüz de pestil gibiydik. Tarlanın çıkışında yükümü bir kantarın üstüne indirdim. Elli pound çekti, bir buçuk dolar aldım. Sonra Okilerden birinin bisikletine atlayıp 99 numaralı karayoluna çıktım, kavşaktaki marketten pişmiş spagetti, köfte, tereyağı, ekmek, kahve ve kek aldım, çantayı gidonlara asıp geri döndüm. LA’e giden arabaların ardı arkası kesilmiyordu. Frisco’ya akan trafik epey zor anlar yaşattı bana. Sövüp saydım. Karanlık gökyüzüne bakıp Tanrı bana daha iyi bir hayat ve sevdiğim insancıklar için birşeyler yapabilme şansı versin diye dua ettim. Kimsenin dikkatini çekmiyordum burada. Akllanmış olsa gerektim. Ruhumu geri getiren Terry’di. Çadırın sobasında yemeği ısıttı, hayatımda yediğim en güzel yemek oldu bu.”
Yazı orada geçirdikten sonra, Ekim ayında Sal bu tekdüze yaşantıdan sıkılmaya başlar. New York’a dönmek ister. Terry de onunla gelmek istemektedir fakat bu mümkün olmaz:
“Terry kahvaltımı getirdi. Bez çantam hazırdı, Sabina’dan paramı çeker çekmez hareket edecektim, havalenin gelmiş olması lazımdı. Gidiyorum dedim. Bütün gece bunu düşünmüş ve kendini alıştırmıştı. Bağda duygusuz duygusuz öptü beni. Asma sırasının yanından ilerlemeye koyuldu. Birkaç adım attıktan sonra dönüp son kez birbirimize baktık, aşk bir düellodur çünkü.
New York’ta görüşürüz Terry, dedim. Bir ay sonra kardeşiyle New York’a gelecekti. Ama bu hayalin gerçekleşmeyeceğin ikimiz de biliyorduk. Otuz metre kadar gidip arkada baktım tekrara. Elinde benim kahvaltı tepsisi, kulübeye yönelmişti. Başımı eğip onu izledim. Heyhat, gene yoldaydım!”
New York’a dönüş yolunda parası bitmiştir. Cebinde on sent ile üç yüz altmış beş mil gitmesi gerekmektedir. Bir geceyi Harrisburg’taki tren istasyonunda bir bankta uyuyarak geçirmek durumunda kalır. Sabah, istasyon görevlileri onu dışarı atarlar.
“Hayata babamızın çatısı altında her şeye inanan tatlı bir çocuk olarak başlarız, öyle değil mi? Sonra Laodiceanların günü gelir: lanetlenmiş, sefil, zavallı, kör ve çıplak olduğunuzu anlarsınız; ıstırap veren korkunç bir hortlak belirmiştir; kabus dolu bir hayatı tüyleriniz ürpererek yaşamaya başlarsınız.”
Açlıktan dizleri tutmamaya başlamıştır. Uzun bir ömür için kontrollü açlık çekmeye inanan bir deri bir kemik birinin arabasına kendini atar.
“Açlıktan ölmek üzere olduğumu söyledim adama. ‘İyi ya işte, daha ne istiyorsun? Ben de üç gündür bir şey yemiyorum. Yüz elli yaşına kadar yaşayacağım’, dedi. Bir kemik torbasıydı sanki, oynak bir kukla, kırık bir baston, yani bir manyak. ‘Şu lokantada bir şeyler yiyelim’, diyen şişman ve bonkör bir adamın arabasına binemez miydim sanki? Hayır, o sabah sağlık için kontrollü açlık çekilmesi gerektiğine inanan bir manyakla yolculuk etmem gerekiyordu. Yüz mil gittikten sonra adam yumuşadı ve arabanın arkasından tereyağlı sandviçler çıkardı. Pazarladığı malların örnekleri arasına gizlemişti sandviçleri. Pennsylvania bölgesinde su tesisatı satıyordu. Ekmekleri anında silip süpürdüm. Sonra birden gülmeye başladım: arabada yalnızdım, adam Allentown’dan iş telefonları etmekle meşguldü. Güldüm, güldüm. Bıkmıştım bu hayattan. Ama kaçık adam beni New York’a kadar götürdü.”
BÖLÜM İKİ
Dean’i görmeyeli bir seneden fazla olmuştur ki bir gün evin önüne çamur içinde bir Hudson park eder. Dean ve arkadaşları, Sal’ı almaya gelmişlerdir. Sal, 1 senedir devam ettiği okulunu, iyi giden bir ilişkisini bırakıp yine yollara düşer.
“İşte o anda tuhaf bir hisse kapıldım: bir şey unutmuştum. Dean’le karşılaşmadan önce vermek üzere olduğum bir karar vardı, aklımdan çıkmıştı ve o anda geri geliverecek gibiydi. Parmaklarımı çıtırdayıp hatırlamaya çalıştım. Ondan birilerine bahsetmiştim hatta. Ama şimdi gerçek bir karar mı, yoksa bir düşünce mi olduğunu bile söyleyemezdim. Beni yakalamış, şaşırtmış ve kederlendirmişti. Kefenli Gezgin’le ilgiliydi. Carlo Marx’la karşılıklı iki iskemleye oturmuştuk, diz dize, ona bir rüyamı anlatmıştım, çölde garip bir Arap beni takip ediyordu, kaçmaya çalışıyordum, ama Koruyucu Şehre ulaşamadan beni yakalıyordu. Kim o?, demişti Carlı. Birlikte kafa yormuştuk. Ben, benim, diyordum. Ama değildi. Bir şey , birisi, bir ruh, hayat çölünden geçerken herkesi izliyordu, cennete ulaşmadan yakalayacaktı bizi. Düşündüm, ölümden başka bir şey değildi o: ölüm cennetten önce bizi ele geçirecek. Yaşarken özlem, acı ve ıstırap çekmemize neden olan, her .eşit bulantıya katlanmamızı sağlayan şey, muhtemelen ana rahminde yaşadığımız ve kabul etmeye yanaşmasak da ancak ölümde tekrarlanabilecek olan birtakım kayıp mutlulukların hatırlanmasıdır. Ama kim ölmek ister ki? Olayların hızlı akışı içinde zihnimin derinliklerinde bunu düşünüp durmuştum. Dean’e söyledim, bunu saf ölüme duyulan yalın bir özlem olduğunu hemen anladı, hiçbirimizi tekrar hayata dönmeyeceğimiz için yapabileceği bir şey yoktu haklı olarak. Ben de onunla aynı kanıdaydım.”
Bir akşam arkadaşları Shearing’i dinlemeye giderler.
“Shearing kendi akorlarına geçti, sağanak gibi boşanıyordu notalar piyanodan, bir insan bunları kafasında bu kadar hızla sıralayamaz diye düşünürdünüz. Deniz gibi gürlüyorlardı. Dinleyenler ‘Devam!’ diye çığlıklar atıyorlardı. Dean ter içindeydi, yakasından aşağı iniyordu damlalar. ‘İşte! Bu o! İhtiyar Tanrı! İhtiyar Tanrı Shearing! Evet! Evet! Evet!’ Shearing arkasındaki çılgın adamın farkındaydı. Dean’in her soluğunu, her lanetini duyabiliyordu, görmese de hissediyordu. ‘Doğru!’ dedi Dean. ‘Evet!’ Shearing gülümsedi, sallanmaya devam etti. Ve nihayet, terden sırılsıklam, piyanodan kalktı. O günler Shearing’in coşkusunu yitirip ii ticarete dökmesinden önceki büyük 1949 günleriydi. O gittikten sonra Dean piyanonun önündeki tabureyi işaret ederek ‘Tanrı’nın boş iskemlesi’, dedi. … Tanrı gitmişti, ardında bir sessizlik bırakarak. Yağmurlu bir akşamdı. Yağmurlu akşamın efsanesi. Dean’in huşudan gözleri dışarı uğramıştı. Bu delilik bir yere varmayacaktı. Bana ne olmuştu peki? Hemen aydım: Dean’in New York’tan aldığı çaydan tüttürmekteydik ne zamandır. Her şeyin açıklığa kavuştuğunu düşündürtmüştü bana. Her şeyi bildiğimiz, her şeyi ebedi olarak hükme bağlandığı anı yaşatmıştı.”
Arabada Marylou, Dean, Ed ve Sal ilerliyorlardı:
“Hayatın güzelliğine ve zevkine dair hoş bir sohbete koyulmuştuk. Dean biren munisleşti. ‘Boşverin şimdi bunları da dinleyin, hepinizi, her şeyin güzel olduğunu dünyada dert edecek bir şey bulunmadığını kabul etmeli HİÇBİR ŞEY hakkında GERÇEKTEN kaygı duymadığımızı ANLAMAK bizim için ne demek bilmeliyiz. Haksız mıyım?’ Haklıydı. ‘Gidiyoruz işte, hep beraber… New York’ta ne yaptık? Unutalım.’ Herkes yediği silleleri arkasında bırakmıştı. ‘Geride kaldı. Arada miller, iniş ve yokuşlar var…. ‘“
New Orleans’ta Old Bull Lee’yi ziyaret ederler:
“Bull Amerikan’nın eski günlerini, özellile de insanların eczanelerden reçetesiz morfin alabildikleri, Çinliler’in akşamları pencerelerinde afyon içkileri, ülkenin vahşi, patırtılı, özgür ve zengin olduğu, herkes için her cins serbestliğin bulunduğu 1910 yıllarını anarken pek duygusallaşırdı. Hayatta en nefret ettiği şey Washington bürokrasisiydi, ikincisi liberaller, sonra da polisler. Bütün zamanını konuşmak ve etrafındakilere birşeyler öğretmekle geçiriyordu. Jane ona ayaklarının dibinde oturmuştu, ben oturmuştum, Dean oturmuştu, hatta vaktiyle Carlo Marx bile oturmuştu. Hepimiz ondan birşeyler kapmıştık. Kır saçlı, sokakta yürürken hiç dikkatinizi çekmeyecek tipte biriydi, ama tuhaf bir gençlik taşıyan o kemikli çılgın kafatası gözünüze çarptığı anda iş değişirdi olağanüstü, harikulade ateşler ve sırlar barındıran Kansaslı bir vazo. Viyana’da tıp öğrenimi gördükten sonra antropolojiye merak sarmış, ne bulduysa okumuştu. Şimdi ise hayatının konusuyla ilkileniyordu: yaşayan sokaklarda, gecenin sokaklarında olan şeylerle. O koltuğunda oturuyor; Jane de içkiler, martiniler getiriyordu. Koltuğundan düşen gölgeler hep yorgundu, gece de gündüz de . Burası onun köşesiydi.Kucağında Maya elyazmaları ve bir havalı tüfek duruyor, tüfeği odanın öbür tarafındaki benzerin tüplerine ateş etmek üzere sık sık tutup havaya kaldırıyordu.”
Bull ve Jane’in ilişkisini garip bulur ve şöyle tarif eder:
“Beraberliklerinde kabalık da yoktu, naz da yoktu, bizim asla anlayamayacağımız türden derin bir dostluk ve muhabbet vardı. Tavırlarındaki o tuhaf soğukluk ve anlayışsızlık birbirlerine ince titreşimler göndermelerini sağlayan bir tür nüktedanlıktı aslında. Aşk her şeydir.”
Yolları, Sal’ın bir zamanlar Terry ile birlikte yaşadığı yerden geçiyordu:
“Öğleden sonra, yorgun ve hayattan bıkmış bir halde uyuklarken, çamurlu Hudson Sabinal civarındaki çadırların yanından geçti vıza diye: aylar önce yaşamış, bir kadını sevmiş ve para kazanmış olduğum o hayata gibi yerden.”
Hollywood yakınlarındaki Oakland’e gelirler. Dean, Camille’i görmek için apar topar gitmiştir. Sal ve Marylou ne yapacağını bilmez bir halde ortada kalmıştır.
“Meteliksizdik. Dean hiç para lafı etmemişti. ‘Nerede kalacağız?’ Elimizde bez çantalar, romantik dar sokaklarda sürtmeye başladık. Herkes üçüncü sınıf rollere çıkan bir sinema oyuncusu ya da bir yıldız adayı gibiydi: gözü açılmış dublörler, ufak tefek otomobil yarışçıları, kıtanın ucunda olmanın verdiği hüznü taşıyan çilekeş Californialılar, kalpazanlar, pezevenkler, orospular, otellerde oda hizmetçiliği yapan oğlanlar, yani bir alay ne düğü belirsiz tip. Bunların arasında hayat nasıl geçerdi?”
Marylou parası için bir denizciyle evlenir. Dean, geri gelip Sal’ı bulur. Olanları öğrenince çok sinirlenir. Sal, otobüsle New York’a döner.
BÖLÜM ÜÇ
1949’da Denver’a gider. Sıkıntı içerisindedir, yalnızdır. Pek çok işte çalışmıştır. Hayatı sorgular.
“… Sen söyle Tanrım, ne adına?
Alacakaranlıklarda yürüdüm. Kederli kızıl toprağın üstünde ufacık bir nokta gibi hissettim kendimi. Dean’in otuzlu buhran yıllarında babasıyla kalmış olduğu Windsor Oteli’nin önünden geçtim ve tıpkı eski günlerdeki gibi, gönlüme taht kurmuş olan o masal kahramanı efkarlı tekeneciyi aradım. Ya Montana gibi bir yerde kendi babanıza benzeyen birini bulursunuz ya da arkadaşınızın babasını artık bulunmadığı yerlerde ararsınız.”
“Bir grup zenci kadın geçti yanımdan, genç olanlardan biri anne kılıklı olanlardan ayrılıp bana doğru birkaç adım attı, ‘Merhaba Joe!’ dedi ev benim Joe olmadığımı anlayınca kıpkırmızı bir yüzle koşarak uzaklaştı. Keşke Joe olsaydım. Ben sadece bendim: bu menekşe rengi karanlıkta, bu dayanılmaz tatlılıktaki gecede aylaklık eden ve Amerika’nın mutlu, içi dışı bir, kendi halinde Negrolarıyla dünyaları değiş tokuş etmek isteyen, efkarlı Sal Paradise.”
Bu viran mahallelerde, Sal’ın içine Dean ile Marylou özlemi düşer. Tanıdığı bir kızın kapısını çalar. Kız ona 100 dolar verir. Hemen bir araba ayarlayıp Frisco’nun yolunu tutar. Dean’in kapısını çalar:
“Çırılçıplak açtı kapıyı. Başkanla da karşılaşabilirdi, ama ne farkeder? Dünyayı doğal haliyle algılıyordu o. ‘Sal!’ diye haykırdı içten bir huşuyla. ‘Hiç beklemiyordum. Sonunda bana geldin ha!’ ‘Evet’, dedim. ‘Hayatım darmadağın. Sen ne alemdesin?’ ‘Ne iyi, ne kötü. Ama birbirimize anlatacak milyonlarca şeyimiz var. Sal, oturup dertleşebileceğiz nihayet.’ Ben de öyle düşünüyordum. İçeri girdik. Benim ziyaretim, şeytan ruhlu bir meleğin kar beyazı koyun postundan bir evi ziyareti gibiydi.”
Dean, eşi Camille’le tartışır ve evi terkeder.
“Camille yatakta ‘Yalancı! Yalancı! Yalancı!’ diye bağırırken evi terkettik ve en yakın troleybüs durağına doğru sürüklenmeye başladık: bir bavul yığını, iki adam ve havaya kalkmış, sargılı, kocaman bir başparmak.
Bu parmak Dean’in son gelişiminin sembolü oldu. Hiçbir şeye aldırmıyor, ama ilke olarak her şeyi önemsiyordu, yani eski hamam eski tas: o bu dünyaya aitti ve eli kolu bağlıydı.”
Bir gece, arkadaşlarıyla buluşup bir kulübe giderler. Burada, Camille’i terk etmesinden ötürü herkes Dean’e kızgındır. Galatea, Dean’a yüklenir:
“Senin kendinden ve o kahrolası eğlencelerinden başka şeye saygın yok. Aklın fikrin apışaran, kimden para koparabileceğin, kimle gününü gün edebileceğin. İşin bitince bir kenara fırlatıp atıyorsun insanları. Yalnız bu değil, bir avanaklık da var sende. Hayatın ciddi bir şey olduğunun ve insanların salaklık etmeyip hayattan iyi birşeyler kapmaya çalıştıklarının farkında bile değilsin”
“İşte bu Dean’di: KUTSAL ALIK.”
Dean, barda gay müzisyenlerle tanışır. Onu arabalarına davet ederler. Dean’le beraber olurlar. Sanırım Dean, benzin parası için bunu yapmıştır.
Bir Cadillac kiralarlar. Saatte 160 km hızla çılgınca sürer arabayı Dean. New York’a geldiklerinde Inez ile tanışır ve eşi Camille, ikinci çocuğuna hamileyken Inez’i de hamile bırakır.
BÖLÜM DÖRT
Kitabı yayınlanmıştır. Eline biraz para geçmiştir. Halasının kirasını o ödemeye başlar.
“New York’a bahar gelince toprağın New Jersey’den nehri aşarak esen çağrışımlarına dayanamam, alır başımı giderim.”
Dean, park görevlisi olarak Manhattan’da çalışmaktadır. Sal, Dean’in zevklerinin radyoda basketbol maçı izlemek, erotik kartlara bakmak gibi basit zevklere indiğini farkeder. Sal, otobüsle tekrar yollara düşer. Denver’a ulaşır. Orada Stan’le buluşur. Dean de bir araba kıralayıp onlara yetişmiştir. Meksika’ya gitme planları yapmaktadırlar. Stan’in büyükbabası, onun ayrılmasını istememektedir:
“O zavallı büyükbabayla tanıştım böylece. Adamcağız kapıya dikilmiş bizi durdurmaya çalışıyordu: ‘Stan-Stan-Stan.’
‘Ne var dede?’
‘Gitme.’
‘Of! Her şey ayarlandı, gitmek zorundayım artık. Neden böyle yapıyorsun?’ İhtiyarın kır saçları, iri badem gözleri ve gergin, delidolu bir boynu vardı.
‘Stan’, dedi. ‘Lütfen gitme. Yaşlı büyükbabanı ağlatma. Gene yalnız mı bırakacaksın onu?’ Bu sahne içime işledi.
‘Dean’, dedi (bana hitap ediyordu), ‘Stan’imden ayrılamam ben. Çocukluğunda ona parkı gezdirirdim, kuğuları anlatırdım. Sonra küçük bir kızkardeşi o gölde boğuldu. Beni evladımdan ayırma.’
‘Olmaz’, dedi Stan. ‘Gidiyoruz. Hoşçakal.’ Çantalarıyla güçbela dışarı çıktı.
Büyükbabası kolunu bırakmıyordu. ‘Stan, Stan, Stan, lütfen gitme, gitme, gitme.’
Başımız önümüzde ilerledik. …”
Meksika’da Victor isimli saf ve yardımsever bir gençle tanışırlar. Victor, onları evinde ağırlar. Meksika’yı gezdirir. Meksika’da barlara giderler, genelevde kızlarla yatarlar. Ayrılma vakti gelmiştir.
“Victor bizle vedalaşırken dokunsan ağlayacak haldeydi: ‘Beni unutmazsınız?’
‘Hiç unutur muyuz?’ dedi Dean. Birlikte Amerika’yı gezmekten dem vurdu. Victor da ona iyice düşünüp taşınmadan böyle bir işe kalkışamayacağını anlatmaya çalıştı: ‘Benim karım var. Çocuğum var. Param yok. Bakarım.’ O tatlı, nazik tebessümüyle kızıllığının ortasında dikiliyordu biz arabadan el sallarken. Onunla beraber mahzun park da, çocuklar da geride kaldı.”
Sal, Mexico City’de dizanteriye yakalanmıştır. Yatağa düşer. Dean, onu orada bırakıp evine döner.
“Ne nankör biri olduğu iyileşince kafama dank etti. Fakat hayatının o imkansız karışıklığını, beni hasta yatağımda bırakıp kanlarına ve dertlerine koşmasını anlayışla karşılamak zorundaydım. ‘Tamam Dean, söyleyecek lafım yok.’”
BÖLÜM BEŞ
Dean, oradan ayrıldıktan sonra Victor’un da yanına uğramayı ihmal etmeden Inez’e döner. Camille’den boşanıp Inez’le evlenir. Ama aynı günün gecesi “Inez’i her şey halloldu, merak etme, ama hayat insanı beklenmedik acılarla karşı karşıya getirebilir türünden uzun bir konuşmayla serseme çevirdikten sonra gene o berbat kıta yolculuğunun yapma pahasına otobüse atlayıp San Francisco’daki Camille’e ve kızlarına dönmüş.” Sonuç olarak 3 kere evlenip, 2 kere boşanmış ve ikinci karısına geri dönmüş.
Sal, New York’a döner. Orada Laura isimli bir kıza tutulur. Birlikte San Francisco’ya taşınmaya karar verirler. Planlarını Dean’e yazarlar. Dean, çocukluk ve gençlik yılları üzerine yazdığı on sekiz bin kelimelik bir mektupla cevap verir. Onları San Francisco’ya kendisi götürmeyi teklif eder. Sal’ın para biriktirmesi için 6 haftaya ihtiyacı vardır. Bir gün eve geldiğinde radyonun üzerinde duran Proust’u görür. Dean’in gelmiş olduğunu anlar. Ama planlanan zamanın 5 hafta öncesidir. Sal’ın kız arkadaşını merak etmiş, dayanamamış gelmiştir.
Akşam, Remi onları Duke Ellington konserine davet eder. Ama Dean’i istememiştir. 1947’de babasıyla olan yemeğinde arkadaşı Major’la geceyi berbat etmesini unutmamıştır. Remi, Sal’ı seviyordur ama “gerizekalı” arkadaşlarına tahammülü yoktur.
Böylelikle Dean’le ayrılırlar…
“Gitti koca Dean, diye geçirdim içimden. Ama ağzımdan çıkan cümle şu oldu: ‘Başının çaresine bakar o.’”
“Ya işte böyle Amerika’da günbatımı olunca bazen nehrin kenarındaki iskeleye oturur, New Jersey’nin üstünde göz alabildiğine uzanan gökyüzünü seyreder, inanılmayacak kadar büyük tek bir tümsek halinde Batı Kıyısına doğru yuvarlanan o toy toprakların, başını alıp giden yolların ve sonsuzlukta oturup hayal kuran insanların varlığını hissederim, derim ki Iowa’da çocuklar ağlıyordur şimdi, ağlamalarına izin verilen yerde, o gece gökte yıldız olmayacaktır, Tanrı bir Paf Puf Ayı’dır orada, bilmez misiniz, akşam yıldızı çayırın üstüne ölgün ışıklarını dökmektedir, az sonra esaslı bir gece çökecektir, dünyayı kutsayan, bütün nehirleri karartan, tepeleri sarıp sarmalayan, son kıyıyı da kapayan gece, ve kimse kimseye ne olacağını bilmeyecektir, yaşlanmanın çaresiz sefaletinden başka, işte o zaman Dean Moriarty gelir aklıma, ardından ihtiyar Dean Moriarty, bulamadığımız babası, ve gene Dean Moriarty.