27 Ocak 2018 Cumartesi

İnsanın Anlam Arayışı, Viktor Frankl

Viktor Frankl, Auschwitz toplama kampından sağ kurtulmuş bir psikiyatrist ve nörolojist olarak, kampta tanık olduğu süreci, nasıl hayatta kaldığını anlatıyor. Kitabı, akıcı bir dille, ayrıntıya girmeden ve acındırmaya başvurmadan yazmış. Kitap, ilk olarak 1946’da yayınlanmış.

Öncelikle hayatta kalmasında şans faktörünün ve geleceğin belirsiz olmasından ötürü de en kötü koşullarda bile umut etmekten vazgeçmemesinin önemini vurguluyor.

Açlığın ve işkencenin, insanları nasıl sadece kendi hayatını düşünen, duygusuz varlıklara dönüştürdüğünü yazıyor. Ayrıca; SS subayları arasından bile merhametliler çıkarken, mahkumlar arasından SS subaylarından bile acımasızlarının çıktığına şahit olduğunu söylüyor. Buna göre, insanları iki “ırk”a ayırıyor: Soylular ve soysuzlar. Hiçbir topluluğun bu bakımdan “arı” olmadığını, iki “ırk”tan da insanları barındırdığını ifade ediyor.

Uykusuzluk, yetersiz beslenme ve çeşitli ruhsal stresler altında bile kamp tutuklularının duygu yitiminin ve sinirliliğin üstesinden gelebildiğinin, zihinsel bağımsızlıklarını koruyabildiklerinin sayısız örneği gördüğünü söylüyor:

“Nöroloji ve psikoloji gibi iki alanda çalışan bir profesör olarak, bir insanın, biyolojik, ruhsal ve toplumsal koşullara ne ölçüde tâbi olduğunun tam anlamıyla farkındayım. Ama ben, iki alanda birden profesör oluşumun yanı sıra dört kamptan -yani toplama kamplarından- sağ çıkmış ve bu nedenle, insanın düşünülebilecek en kötü koşullara bile görülmemiş ölçüde direnip göğüs germe yetisine tanıklık etmiş bir insanım.”.

Ve determinizme itiraz ediyor:

“Bir insanı, ona en küçük bir özgürlük kırıntısı bırakmayacak şekilde koşullandıracak hiçbir şey yoktur. Bu nedenle, ne kadar sınırlı olursa olsun, nevrotik, hatta psikotik vakalarda bile insana bir parça özgürlük kalır.”.

Çeşitli hastalıkların, açlığın, soğuğun ve yorucu çalışmanın pençesinde hayata tutunabilenlerin, psikolojik olarak kendini güçlü tutanlar olduğunu ifade ediyor:

“Bir insanın ruhsal durumuyla -cesareti ve umudu ya da bunların bulunmayışı- vücudunun bağışıklık durumu arasında ne kadar yakın bir ilişki olduğunu bilenler, umut ve cesaretin birdenbire yitirilmesinin öldürücü bir etkisi olabileceğini anlayacaktır. Arkadaşımın ölümünün nihai nedeni, beklediği özgürlüğün gelmemesi ve ağır bir hayal kırıklığı yaşamasıydı. Bu, vücudunun uykuda olan tifüs salgınına karşı direncini birdenbire düşürmüştü. Geleceğe olan inancı ve yaşama istemi felce uğramış ve bedeni hastalığa yenik düşmüştü …”.

Pek çok arkadaşını hastalık sebebiyle kaybettiğini söylüyor. Kimlerin ne zaman öleceğini ise tutumlarına bakarak tahmin edebilecek hale geldiklerinden bahsediyor. Öncelikle, hayattan bir beklentisi kalmadığını ifade edenlerin ve hayal kurmayı bırakanların direncinin kırıldığını anlatıyor. İnsanların hayata tutunmaları için anlama ihtiyacı duyduklarını ifade ediyor.

Hayatın anlamının ise tekil ve soyut bir şey olmadığını, kişiye ve duruma göre değişeceğini; bu yüzden herkesin kendi anlamını bulması gerektiğini savunuyor: Yaşamın genel olarak anlamının ne olduğu sorusunu, bir satranç şampiyonana sorulan, “Söyleyin ustam, dünyadaki en iyi hamle nedir?”, sorusuna benzetiyor.

Anlamın 3 yoldan keşfedilebileceğini söylüyor:
1- Bir eser yaratarak veya bir iş yaparak
2- Bir şey yaşayarak veya bir insanla etkileşerek
3- Kaçınılmaz acıya yönelik bir tavır geliştirerek

Birinci yol gayet açık.
İkinci yolda bahsettiği bir şey yaşamayı; iyiliği, doğruluğu, güzelliği, doğayı ve kültürü, en önemlisi olarak da insanı yaşamak olarak olarak tanımlıyor. Yani sevgi ilişkisini kastediyor:

“Kafama bir düşünce saplandı: Yaşamımda ilk kez, onca şair tarafından dile getirilen, onca düşünür tarafından nihai bilgelik olarak ortaya konan gerçeği gördüm. Gerçek: İnsanın özleyebileceği nihai ve en yüksek hedef, sevgidir. O anda, insan şiirinin ve insan düşünce ve inancının vermesi gereken gizin anlamını kavradım: İnsanın sevgiyle ve sevgi içinde kurtuluşu. Dünyada hiçbir şeyi kalmayan bir insanın, kısa bir an için de olsa, sevdiği insana ilişkin düşüncelerle ne kadar mutlu olabileceğini anladım.”.

Üçüncü yolu, Stoik bir bakış açısıyla, acıyı anlama çevirmenin önemini, şu şekilde açıklıyor:

“Çünkü o zaman önemli olan şey, kişisel bir trajediyi bir zafere, kendi zor durumunu bir insan başarısına dönüştürmek ve sadece insana özgü eşsiz insan potansiyeli olabildiğince göğüslemektir.”.

Acıyı, eşsiz bir fırsat olarak görüyor. Yaşamın anlamının; ölümü ve acıyı da kapsayacak şekilde aranması gerektiğini savunuyor. Kaderin kendisine yüklediği acıları çekmeyi, bitirilmesi gereken görevler olarak tanımlıyor. Böylece, kişinin normalde ulaşamayacağı potansiyeline ulaşabileceğini iddia ediyor. Bunun yanında, gereksiz acı çekme ve acı çekmekten zevk almayı savunmadığını da belirtiyor.

Kişinin deneyimlediği acının ise öznel olduğunu ifade ediyor. Acıyı, gaza benzetiyor. Boş bir odaya bırakılan bir gazın, miktarı ne olursa olsun, odayı kaplayacağı gibi, insanlar için de kendi acılarının kendilerine büyük göründüğünü söylüyor.

Ve tutukluların acılarının dışarıdaki insanlar tarafından kendi acılarıyla kıyaslanıp hafifsenmesinin yarattığı içerlemeyi şöyle açıklıyor:

“Tutuklu, ülkesine döndüğünde, orada karşılaştığı bir dizi şey içerleme yaratıyordu. Bir insan, dönüşünde birçok yerde sadece omuz silkmeyle ve sıradan ifadelerle karşılandığını anladığı zaman, içerleme duymaya ve onca şeyi neden yaşadığını kendi kendine sormaya başlıyordu. Hemen her yerde aynı sözleri, “Bilmiyorduk”, veya “Biz de acı çektik”, duyunca, kendi kendine soruyordu: Gerçekten bana söyleyebilecekleri daha iyi bir şey yok mu?”.

“Ve mutluluk”, diyor; “aranmaz, ortaya çıkması gerekir. İnsanın mutlu olmak için bir nedeni olmalıdır. Bu neden bulunduktan sonra mutluluk otomatik olarak gelir. Gördüğümüz gibi insan, mutluluk arayışında değildir; belli bir durumda yapısal ve uykuda olan potansiyel anlamı gerçekleştirmek yoluyla mutlu olmak için neden aramaktadır.”.

Mutlu olmayı amaç seçmeyi, fotoğraf makinesi karşısında poz veren insanların kendilerini gülümsemeye zorlamasına benzetiyor. Sonucunda, ancak yapay gülücükle donmuş suratlar ortaya çıkacağını söylüyor.

Bireyin anlam arayışının başarılı olması sonucunda kişinin hem mutlu olacağını hem de acıya göğüs gerebilecek yeteneği kazanacağını iddia ediyor.

Anlamsızlığın sebebini ise basitçe, “insanların yaşamalarını sağlayacak pek çok şeyin olmasına karşın uğruna yaşayacakları bir şeyin olmaması” olarak tanımlıyor.

Özellikle işsiz gençlere kamu yararına ücretsiz çalışmayı öneriyor:

“boş zamanlarını ücretsiz, ancak anlamlı bir uğraşla doldurmaya başladıkları an, ekonomik durumlarının değişmemesine ve duydukları açlığın aynı olmasına karşın, yaşadıkları depresyon ortadan kalkıyordu. Buradan çıkan gerçek, insanın sadece refahla yaşamadığıdır.”.


Ayrıca, birbirine düşman grupların ortak bir amaç altında birleştiklerinde aralarında husumetin kaybolduğunu iddia ederek, anlamın birleştirici gücüne de atıf yapıyor.

Kitabını ise şu sözlerle bitiriyor:

"Bu nedenle uyanık olalım; iki anlamda uyanık olalım:
Auschwitz'den bu yana insanın ne yapabileceğini biliyoruz.
Hiroşima'dan bu yana da neyin tehlikede olduğunu biliyoruz.".

Özgürlüğün Vertigosu, Rollo May

Kişisel özgürlük, daha önce hiç yürümediğimiz yollarda tehlikeye atılmak olduğundan, bu tehlikenin ileride neye benzeyeceğini asla bileme...